Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi, sergilenen tavrın fikrî bir sorgulama mı yoksa Allah ve Rasûlü ile harp mi olduğu konusunda değerlendirmelerin yer aldığı 7. bölümle devam ediyor. Reddiyenin bölümleri:
1- Rahmân Olan Allah Lânet Eder mi? Allah’ın Lânet veya Bedduâsı Ne Anlama Gelir?
2- Allah Teâlâ’yı ve Kitabını Beğenmeyenler!
3- Yunan Efsanelerinden Hareketle Allah ve Resûlü’ne Büyük İftira!
4- Allah Teâlâ Sevmez ya da Gazap Etmez mi?
5- Rahmet ve Merhamet Allah Teâlâ’ya Yakışmaz mı?
6- Övünmeyi Yasaklayan Allah Teâlâ Kur’ân’da Neden Övülüyor?
7- Sorgulama mı Yoksa Allah ve Rasûlü ile Muharebe mi?
*- Kur’ân Gelmeseydi, Durum Daha Kötü Olmaz mıydı?
*- Şifâ Olan Kur’ân, Kendisiyle Sapıtanlara Neden Şifâ Olmuyor?
Diyor ki:
Şimdi bu sıfatlar meselesinde Allah’a | yakıştıramadığını Resullulah’a nasıl yakıştırıyorsunda hiçbir sorun yok. Allah küplere binmez. Allah acizlik gösterip ben sizi yarın şöyle yakacağım, intikamımı böyle alacağım diye sızlanmaz. Allah beddua etmez. Beddua kul eder, Allah gereğini yerine getirir. Fakat lafız Allah’ındır şeklindeki vahiy anlayışından hareket ettiğinizde; Resullullah’ın canını yakan, onu canından bezdiren amcasına Resullullah beddua etmesi gerekirken, bizim müfessirler şöyle der: Amca, amca işte.. O kadar adilik de yapsa buradan öyle bir ahlakı ilke çıkıyor ki, Resullullah ona beddua etmiyor. E, kim ediyor? Allah ediyor. Arkadaşım bedduayı ben ederim. Canım yanar, Cenabı Allah da onun gereğini yapar. Fakat mekanizma ters işliyor. Allah beddua ediyor bana dert yanıyor gibi ya. Ya Rabbi benim o bedduayı sana etmem lazım. Sen ediyorsun. Kim, kime tercüman oluyor arkadaşlar? Allah mı Resul’e tercüman oluyor, yoksa Resullullah Allah’a mı tercüman? Ben, Resullullah’ın Allah’a tercüman olduğu kanaatindeyim.
Diyoruz ki:
Öztürk burada konuşmasının ana fikrini hulasaten beyan etmiş…
Öyle ki:
Bir: Ne dersiniz, Öztürk, ‘Bu sıfatlar meselesinde Allah’a yakıştıramadığını Resullulah’a nasıl yakıştırıyorsunda hiçbir sorun yok’ ifadeleriyle, neyi anlatmak istiyor? Evet, bunu ilk bakışta belki çok açık söylemiyor; ama ileriki beyanlarıyla aslında neredeyse açıkça ortaya koyuyor. Ben bu sıfatları, laneti, gazabı, intikamı Allah’a yakıştırmam; lâkin bunları Resulü uydurup Onun dilinden ifade etti demeye getiriyor. Sorulabilecek sen lanet etmeyi Allaha yakıştıramaz iken, Allah lanet etmez derken, laneti Allah ’a yakıştırmasını Peygambere nasıl yakıştırıyorsun? gibi muhtemel ve mukadder bir suale de cevap veriyor. Tereddüt etmeden bunu Ona yakıştırırım, sorun yok, diyor. Peki, neden ve nasıl sorun yok imiş? diyecek olana da Öztürk adeta şöyle cevap veriyor: Benim bilgim, ahlâkım ve Allah korkum, laneti Allah’a yakıştırmama manidir, ama Peygamberin -haşa- ilmi çapı, ahlakı ve Allah korkusu böyle bir yalancılığa, iftiraya ve benzeri ahlaki zafiyetlere mani değildir; tam aksine elverişlidir. Canı yandığında -haşa- Allah’a her türlü yakıştırmayı yapma karakterine sahiptir… Milyonlarca hâşâ ve kella…
İki: Öztürk, ‘Allah küplere binmez. Allah acizlik gösterip ben sizi yarın şöyle yakacağım, intikamımı böyle alacağım diye sızlanmaz’ derken de şöyle demeye getiriyor: Bana göre böyle. Ama Peygamberine göre Allah -haşa- küplere de biner, acizlik de gösterir. Ben sizi yarın şöyle yakacağım, intikamımı böyle alacağım diye de sızlanır. Allah hakkında böyle bir inanca sahip olan Peygamberi de, -haşa- haydi haydi küplere biner, acizlik gösterir, Allah sizi yarın şöyle yakacak, intikamını alacak, diye sızlanarak bunları rahatça Allah’a iftira edebilir, çok rahat yalan söyleyebilir… Allah’a, Öztürk tarafından yakıştırılmayan ben sizi yarın şöyle yakacağım, intikamımı böyle alacağım tehditleri, Kur’ân’da var. Öztürk bunları ayetlerden seçti. Diğer yanda da Allah böyle demez, diyor. Bu sözlerden, bunlar Peygamberi tarafından iftira edildi iddia ve iftirasından başka bir mana çıkmaz. Hatta o bunu, şu ifadeleriyle açıkça söylüyor: (Acaba Hermes gibi) Peygamber de Allah’ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine, kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi?
Üç: Öztürk, ‘Allah beddua etmez, beddua kul eder, Allah gereğini yerini getirir’ ifadeleriyle de Kur’ân’da Ona ait beddualar olarak gördüğü ayetleri, Peygamberinin ona -haşa- iftira ettiğini dili getirmek istiyor. Oysa onun beddua olarak gördüğü ayetlerin çoğu, belki tama mı Allah şöyle yaptı şeklindeki ihbarlardır, yapsın manasındaki inşalar değil.
Kaldı ki, bütün bunlar, değişik hikmet ve nüktelerle tecrîd yoluyla yapılan beddualar da olabilir; buna dil cihetinden hiçbir mani gösterilemez… Hem beddua ettirme için beddua eder, hem de gereğini yapar, kime ne? Nitekim bir kul da birilerine veya bir şeye beddua etmesine rağmen bazen gereğini yapamaz veya yapmazken bazen de yaptığı olur. Mesela bir ineğe veya adama boynun kopsun diye beddua ettiği halde bazen boynunu koparmak için bir adım atmaz. Lâkin bazen de bu bedduayı yapar ve koşar gereğini yerine getirir, boynunu da koparır. Allah da suç işleyenin işini bazen beddua etmeden dünyada yahut ahirette görür. Bazen de beddua ederek gereğini dünyada veya ahirette görür. O dilediğini yapar. Hiçbir alçak Ona yol gösteremez, iş öğretemez. Beddua etmek ile gereğini yerine getirmek arasında bir tezat görmek ancak beyni sulananların yapabileceği bir iştir.
Dört: Öztürk, ‘Fakat lafız Allah’ındır şeklindeki vahiy anlayışından hareket ettiğinizde; Resulullah’ın canını yakan, onu canından bezdiren amcasına Resullullah beddua etmesi gerekirken, bizim müfessirler şöyle der: Amca, amca işte… O kadar adilik de yapsa buradan öyle bir ahlaki ilke çıkıyor ki, Resullullah ona beddua etmiyor. E, kim ediyor? Allah ediyor’ sözleriyle önce Kur’ân’ın lafzının Allah’a ait olmadığını, ait olduğunu eden âlimlerin, müfessirlerin ona iftira eden yalancılar ve iftiracılar olduğunu söylüyor. Sonra Tebbet suresinde Ebû Leheb’e yapılan bedduanın Allah’a ait olmadığını, onu Peygamberi tarafından yapıldığını iddia ediyor. Müfessirlerle dalga geçiyor. Müfessirlerin peygamberin -haşa- güya güzel ahlâklı olduğu için beddua etmediğini inandırabilmek için bu bedduayı Allah’ın yaptığı yalanının uydurduklarını iddia ediyor. Müfessirlere iftira ediyor. Mustafa Öztürk’e göre kulların beddua etmesinde bir mahzur olmadığına göre ufak bir beddua edelim: Allah’ın lâneti ve belası yalancı alçakların üzerine olsun. Öztürk’ün bu dile getirdiklerini azılı bir din düşmanı kâfirden başka kim söyleyebilir?..
Beş: Öztürk, ‘Arkadaşım! Bedduayı ben ederim. Canım yanar, Cenabı Allah da onun gereğini yapar. Fakat mekanizma ters işliyor’ sözleriyle aynı akılsızlığı ve muhakemesizliği yapıyor. Evet, canın yanar ve bedduayı sen yaparsın. Ama Allah senin gibi omurgasız inkârcıların bedduasının gereğini ahirette hiçbir şekilde dünyada ise her dem yerine getirmez. Bazen gerçekten haksızlığa uğrayarak beddua ettiyseniz gereğini yerine getirdiği de olabilir. Ancak bunların böyle olması Allah’ın beddua edip gereğini yerine getirmesine zıt düşmez. Bir nebze aklı olanlar bunu anlamakta ve kavramakta asla güçlük çekmezler. Allah’ın, kullarının haklı beddualarının gereğini yerine getirmesini kabul etmekle beraber, kendi bedduasının da gereğini yerine getirmesine inanmak, mekanizmayı tersine göstermek olmaz. Allah’ın beddua etmesi ve gereğini de yerine getirmesine inanmanın mekanizmanın tersine işlemesi olduğunu iddia etmek neye benzer bilir misiniz? Tavandaki bir pislik sineğinin, yerde dikilen insanların ayaklarının yukarıda, kafalarının da aşağıda olduğunu zan ve iddia etmesine…
Altı: Kahramanımız, devamla ‘Allah, beddua ediyor, bana dert yanıyor gibi ya. Ya Rabbi benim o bedduayı sana etmem lazım. Sen ediyorsun’ diyor. Oysa Allah beddua etmekle, hiçbir kimseye dert yanmış olmaz. Aksine bedduasıyla gereğini yerine getireceği bir işi haber verir. Kulların neleri dert edinmeleri gerektiğini onlara anlatmış olur. Suçun ne kadar ağır, suçlunun da ne derece adi olduğunu bildirir. Sana beddua etmeni ve nasıl edeceğini öğretir. Ayrıca suça ve suçluya karşı nasıl tavır takınılacağını, onlardan ne denli uzak durulması lazım geldiğini ve aptal olmayanların görüp anlamakta zorlanmayacağı başka daha nice hedefleri gösterir. Bazen beddua etmemen daha iyi olur ama haklıysan bazen sen de beddua edebilirsin. Ancak, Allah bilir ama sen bilmezsin. İşte o yüzden, çok bilinmeyenli bir denklemde olduğu gibi ekseriya işin içinden çıkamaz, haklılık sınırını tecavüz etliğin olur. Bu sebeple şahsın için beddua etmesen, senin hayrına olur. Lâkin Allah, isabetli beddua etmeye her zaman kadirdir ve bedduası her dem haklıdır. Onun için divanelik edip kendini ona kıyaslama, hatta ondan daha yetkili görme.
Yedi: Öztürk nihayet ‘Ya Rabbi! Benim o bedduayı sana etmem lazım. Sen ediyorsun. Kim, kime tercüman oluyor arkadaşlar? Allah mı Resul’e tercüman oluyor, yoksa Resullullah Allah’a mı tercüman? Ben, Resullullah’ın Allah’a tercüman olduğu kanaatindeyim’ demekle, ukalalık yapıp Allah’a yol göstermeye kalkıyor. Yaratana bu şekilde seslenilmez. Çünkü böyle bir üslup, -inkâr, red ve isyan olması bir yana- büyük bir terbiyesizlik taşımaktadır. Burada tercümanlık diye de bir şey yoktur. Sonra, olsa, ne olur?.. Bazen Allah, Resulüne, bazen de Resulü, Allah’a tercüman olsa, bunun dil ve din bakımından ne zararı olabilir?.. Olur ki, Allah, Resulüm şu hususta şöyle düşünüyor veya şurada şöyle demek istiyor, demiş olabilir. Birçok kere de Peygamberi, Allah şu sözüyle şunu murat etli demiştir. Bir şey mi oldu? Hangi mankafa bunları münasip görmez?
Hâsılı Meram:
Öztürk’ün yaptığı bu işin ana fikri: Allah’la, Kuranla, İslam’la amansız ve kıyasıya bir muharebe.. Ama Rabbimizden öğrenip bildiğimiz ve geçmiş sayısız misallerde de gördüğümüz gibi, bu muharebenin kaybedeni -haşa- katiyen Allah Teâlâ ve İslam değil, Öztürk ve yer aldığı cephe olacaktır. Bundan aklı başında hiçbir Mümin’in zerre kadar şüphesi olmamalıdır. Kısa müddet için verilen mühletler, Allah’tan ise asla ihmal manasına gelmez. Koca dağların, süsülmekle yok olduğu veya yerlerinden oynadığı hiçbir zaman görülmemiştir. Acaba diyenler tecrübe etsinler, zararın kendilerine geleceğini görecek ve çok iyi anlayacaklardır. Mukavva kılıçlı ve karton miğferli Donkişotların, saldırıp yok etmeye çalıştıkları yel değirmenleri tarafından bir paçavra gibi öteye beriye fırlatılmaları, kaçamayacakları bir akıbettir.
Son sözümüz, yine salat u selam, son duamız da (اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ)’dir.
<<Bitti>>
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin