Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi, Allah Teâlâ’nın sevme ve gazap gibi sıfatlarıyla ilgili ortaya atılan şüpheleri izaleye yönelik açıklamaların yer aldığı 4. bölümle devam ediyor. Reddiyenin daha önce yayımlanan bölümleri:
1- Rahmân Olan Allah Lânet Eder mi? Allah’ın Lânet veya Bedduâsı Ne Anlama Gelir?
2- Allah Teâlâ’yı ve Kitabını Beğenmeyenler!
3- Yunan Efsanelerinden Hareketle Allah ve Resûlü’ne Büyük İftira!
4- Allah Teâlâ Sevmez ya da Gazap Etmez mi?
5- Rahmet ve Merhamet Allah Teâlâ’ya Yakışmaz mı?
6- Övünmeyi Yasaklayan Allah Teâlâ Kur’ân’da Neden Övülüyor?
7- Sorgulama mı Yoksa Allah ve Rasûlü ile Muharebe mi?
*- Kur’ân Gelmeseydi, Durum Daha Kötü Olmaz mıydı?
*- Şifâ Olan Kur’ân, Kendisiyle Sapıtanlara Neden Şifâ Olmuyor?
Mustafa Öztürk Diyor ki:
Tanrı’yı mesela memnun etmeyi rahmet ile mükâfat ile anlatacaktır. Tanrı’nın sözünü tutmamayı, ‘bak kızdırırsınız’ gazaba getirirsiniz’, ‘öfkelendirirsiniz’ size bağırır çağırır hatta ceza verir’ şeklinde gene insan algısı üzerinden, yine Tanrı’ya bir sıfat atfedecektir. Şimdi bura Peygambere yakışma yakışmama diye bir şey yok… Tanrı’yı siz arşa oturmaktan tenzih ediyorsunuz. Ona bir mekân izafe ettik diye, insanî açıdan bile sorunlu görünen bir lafzı, bir bedduayı kullanmasından tenzih etmiyorsunuz, nedense. Ben bunu anlamıyorum. Kızıp öfkelere gelip gazap etmesi mi daha sıkıntılı insan biçimci Tanrı tasavvuru açısından, yoksa arşa oturması mı? Arş, daha ulvî bir şey ya… Daha soyut bir şey…
Diyoruz ki:
Öztürk, bizzat bu yazısında, insanî açıdan bile sorunlu görünen dediği bedduayı Allah’a yakıştırmadığını ifade ediyor. Bununla beraber burada ‘peygambere yakışma yakışmama diye bir şey yok’ demeyi de ihmal etmiyor. Demek ki, Mustafa’ya göre insanî açıdan bile sorunlu görünen bir iş Peygambere yakışabilir!… Ne dediğinin farkında olmadan, hezeyan türünden bir konuşma yapmamışsa böyle…
Sayısız gaflarından bazısı:
Bir: Bu tarz bir anlayış, Kitab-ı Mukaddes tefsircilerinin kitaplarını kurtarmak için tahriflere, tenakuzlara ve saçmalıklara kılıf bulma gayretinin bir neticesidir. Öztürk bunu, semtine, tahrif ve bâtıl yaklaşamamış olan Kur’ân’a taşımak isteniyor. Kur’ân’ı koruyup kollamak için yapmıyor. Aksine onu tahrif ve tezyif ermenin yanında Kitab-ı Mukaddesi Müslümanlara karşı müdafaa etmek maksadıyla yapıyor.
İki: Bu kavi ihtimal şayet doğru değilse, mesele galiba biraz da bilgi ve anlayış kıtlığına müptela olanın başına gelen imkânsızlık musibetinin farkında olmaması sıkıntısı. Bir Yaratıcı ki, O’nun, yarattığı kullarıyla kulların da O’nunla hiçbir ortak yanı yok. Biz bu Yaratıcıyı nasıl tanıyacağız? Kendini bize anlattığı ve tanıttığı zaman dediklerini nasıl anlayacağız? Zatını bizden gizleyen, ama bize sıfatlarını anlatan sözler gönderen Allah’ı, sırf o anlattığı sıfatlarıyla anlattığı kadarıyla nasıl ve ne kadar tanıyabileceğiz.
Bizim ve bizimle müşterek yanları bulunanlar için dediklerini anlarız da yahut hiç değilse bir nispetle anlayabiliriz de kendini tamamıyla nasıl anlayacağız?
Dünden bu güne işin ehli olan âlimler tarafından bu mesele üzerinde nice sözler söylendi, onca müstakil eserler verildi, Onlar okunsaydı, iyi niyetli olunabilseydi ve bilinseydi, bir de hadler aşılmasaydı elbette böyle saçmalamalar gün yüzü görmezdi. Sıfatlar, elbette zatlar da hesaba katılarak doğru anlaşılır. Zatım künhüyle (sonuna kadar ve tamamen) bilemeyeceğimiz Allah’ın, işittiğimiz sıfatlarım kul aklıyla kuşatmaya kalkışırsak, onları -haşa- ya inkâr eder yahut da Sahibini kullara benzetiriz. Bu iki mahzurdan kurtulmak için, Onun kendi hakkında dediğini kabul ile beraber, kullara ve sonradan olma başka fani şeylere benzemekten takdis ve tenzih yoluna gideriz.
Eğer, O, görme, duyma, kızma, sevme ve benzeri sıfatlarım var dediyse -ki dedi- bunların O’nda bulunduğuna inanır ve hakikatlerini kabul ederiz. Ancak bu sıfatları mahiyet ve vasıf olarak kullardaki gibi olmaktan pak ve uzak görürüz. Görme ve duyma işleri için, -haşa- bir vücut bütününün parçası olan uzuvları akla getirmeyiz. O’nun görmesi için, uzuv mahiyetinde bir göz, ışık, yön ve hizada bulunma tasavvur edilmez. Gören Yaratıcının, görülen yaratılanlarda olduğu gibi cisim olması, bakmasıyla, gözünden çıkan ışıkların görülecek olana varıp dayandıktan sonra görenin beynine geri dönüp ondaki bazı noktaları ikaz etmesi düşünülmez. Çünkü Yaratan yaratmayan gibi olmadığından O’nda uzuv bulunmaz. Keza işitmesi için, kulların ağızlarından çıkan seslerle havada titreşimlerin meydana gelmesi, -haşa- O’nun işitme uzvunun bulunduğu ve bunların ondaki örs ve çekiç kemiklerini harekete geçirmesiyle -haşa- beyin uzvundaki belli noktaları ikaz etmesi olarak anlaşılmaz, Aynı şekilde O’nun kızmasında -haşa- kullarda olduğu gibi istemediği işler karşımda kanının beynine sıçraması düşünülemez. Çünkü O’nun için beyin de kan da yoktur.
Peki, ne yapılır? Bunlar ya -bazı zındıkların yaptığı gibi- kökten inkâr edilir veya Müminlerin yaptığı gibi kabul ve tasdik edilir. Sonra da ya aslına inanılarak kesinlik iddiası güdülmeden mecaza yorulur, neticelerin kendisi veya bu neticeleri irade etme kastedilir. Mesela iyi işlerin ve sözlerin görülmesi ile mükâfat, kötülerinde ceza verilmesi veya bunların murat edilmesi kast edilmiş olabileceğine inanılır. Aklı gözünde olup ruhunda ve beyninde hastalık bulunan muhataplar için en hikmetli olan yol bu yoldur. Yahut da onların Allah’ın zatına yakışacak asıllarına ve Allah katındaki hakikatlerine iman edilir, gerisi Allah’a bırakılır. Bunlara iman edenlerin kendileri için en emin ve selâmet yol da budur. Onlar cin ve insan şeytanlarının vesveselerine kulak vermezler.
Üç: İman sahibi olanlar, Allah’ı, Arşa oturmaktan pak ve uzak görürler. Çünkü O, Kendisinin, kulları gibi, kullarının da kendisi gibi olmadığını, hiçbir şeyin O’na benzemediğini haber vermiş, Hiç Yaratan yaratmayan gibi olur mu? buyurmuştur. Müminler, Onun, zatına yakışır, hakikat ve mahiyetini kulların bilemeyeceği bir Arş’ının olduğuna, zatına layık bir istiva ile Arşına istiva ettiğine iman ederler. Birçok manaya gelen istivanın kulun bildiği ve anladığı, Arş’ın da -haşa- bir padişah yahut kral tahtı, ona istiva etmesinin ise aslında ve faslında kulların oturması gibi olmadığına inanırlar…
Dört: Öztürk’e, Müminlerin Allah’ın gazabını yahut sevmesini, kullarınki gibi anladıklarını ve kabul ettiklerini kim söyledi?
Böyle bir şey yok. Bunu söyleyen sadece mücessime, müşebbihe ve onların bir kolu olan kerramiyye taifeleri ile bunların takipçileri (halef değil) half ve bunların selefleri Yahudilerdir. Dolayısıyla Müminler, Allah’a nasıl ki, Arş’ın üzerinde oturma işini ve sıfatını yakıştırmıyorlar ise, kullar gibi kızmayı ve sevmeyi de yakıştırmıyorlar. O bakımdan Öztürk’ün yaptığı ya koyu bir cahillik veya iman edenlerin kalplerine şeytanî vesveseler atına yahut da laf olsun diye boş konuşma işinden başka bir şey değildir.
Diyor ki:
Bak burada tenzih ihtiyacı duyuluyor. Şöyle bir tenzih geliştiriliyor. Arkadaşlar insan için gazap şu demektir: Öfkelenmesi, yüzünün kızarıp bozarması, kanın beyne sıçraması. Ama Allah için böyle psikolojik süreçler söz konusu olmadığı için onun gazabı nedir? İntikam iradesidir. Arkadaşım senin özrün kabahatinden büyük ya. İntikam iradesi daha kötü bir kelime ya… İntikam iradesi ne demek?.. Tırnağını yemek demek… Bu ne demek ya? Allah’ın rahmeti vardır. Ama yufka yüreklilik, acıma gibi psikolojik unsurlar o rahmetin içinde yoktur. Bunları nereden anlatıyorum.
Diyoruz ki:
Öztürk, burada İlâhî sıfatların tevil edilmesine laf ediyor. Evet, Mümin, nasların ve dilin kabul etmeyeceği tevilleri reddeder. Keza, ehlince ve zaruret hallerinde nasların, selim aklın muktezasınca ve dil kaideleri dairesinde gidilen teviller, kimi Müslümanlara göre caiz ve muhtemel olsalar bile mutlaka bu manadadırlar iddiasıyla yapılmazlar. Bununla beraber Selefin cumhuru, Hanefî ve Mâtürîdî âlimlerinin çoğu yukarıda da geçtiği gibi bunu da yapmaz, aslına ve hakikatine iman edip kullarda anlaşıldığı manaları reddeder, ne demek olduklarını Allah’a bırakırlar.
Peki, bu yiğit vatandaşımız burada ne yapıyor?
Bir: Gazap yahut kızma hakkında yukarıda konuştuk. Burada vatandaşımız tarafından yapılmakta olan, ya cahillik yahut da mugalata şeytanlığıdır. Hücum ve karalama sebebi yaptığı zahir manaların kabul edilmemesi, onun saçmalamalarına mani olunca, işi, onları tezyif etmeye getiriyor, o noktadan vurmaya çalışıyor.
İki: Şu intikam murat etmenin kötü bir kelime ve tırnağı yeme demek olduğunu kim söylemiştir? Hiçbir ciddi şahıs böyle dememiştir ve demez… Evet, kimi vardır, intikam almak irade eder, ama bununla beraber hem zayıftır, hem de korkaktır; o yüzden intikam alma işini kalleşlikle yapar. Kimisi de vardır, intikam almak ister, güçlüdür, ama hem sabırsızdır hem de zalimdir. O sebeple kendini yer bitirir. İntikamını bir an evvel suçun hak ettiğinin çok üstünde bir ağır cezayla almak ister. Bu arada yapacağı belli olmaz, tırnak da, toynak da, bir başka şey de yer… Ancak, intikam almak isteyen, sabrına ve kuvvetine sınır olmayan adil Allah ise, -haşa- ne kalleşliğe, ne tırnak yemeye, ne de intikamını suçlunun cinayetinden daha ağır bir cezalandırmayla intikam almaz. O, Sabûrdur, nihayetsiz bir sabrın sahibidir, acele etmez. Mükâfat olsun, cezalandırma olsun hiçbir şeyi vakti zamanı gelmeden yapmaz. Dolayısıyla Öztürk, ya cahillikte yahut da kötü niyetle işi karıştırıyor.
Sonra bu intikam irade etmenin kötülüğü nereden geliyor? İradeden mi, intikamdan mı? Adam olan ciddi bir kimse hiç değilse lügate bakar. İntikam, bir kimseyi kötü ve çirkin görülen bir işinden dolayı cezalandırmak demek… Bu kötü ve çirkin iş gerçekten öyleyse ve cezâen vifaka yani cezası da tam onun karşılığıysa… Tıpatıp suç kadarsa… Yahut ondan az ise… Buna zararlı mikroplardan, alçaklardan başka kim karşı çıkabilir?… Allah bir şeye çirkin ve kötü dediyse, bir Mü’min onu münakaşa etmeden kabul eder. Kula, bir kötü işinden dolayı ceza verdiyse, ceza suçtan daha fazladır denmez. Ancak, çirkin ve kerih olmayan bir şeyden dolayı cezalandırmak yahut kötü bir iş için gerekenden fazla bir ceza vermek manasındaki bir intikam elbette ki, kötüdür. Lâkin bizim Allah’ımız ne çirkin ve kötü olmayanı çirkin ve kötü görür, ne de kula kötü olan bir işi karşılığında hak ettiğinden fazla ceza verir. O hâlde Allah’ın intikamı süzme adalettir. Şu hâlde Allah’ın suç işleyen bir kuldan intikam almayı murat etmesi kötü değil, süzme adalettir. Hele bu intikam, cemiyette adalet ve nizamı tesis etmeye yarıyor ve mazlumu zalimin zulmünden kurtarmaya yardım ediyorsa çok büyük bir nimettir. Görülmüyor mu ki, dünya şartlarında suçluların ve zalimlerin cezasız bırakılması, suçsuzları ve mazlumları cezalandırmak neticesini, adaletsizliği doğuruyor. Zalimden intikam almamak, mazlumdan intikam almaktır. Suçludan ve zalimden intikam almayı istemeyen ise adalet düşmanı koca bir zalimdir. Zalimlerin ise canı cehenneme…
Üç: Evet, son derece kindar develerin, kırmızı gören İspanyol boğalarının, hep ezilegelmiş âcizlerin, ezmekten sekiz köşe olan zalimlerin, zulümden sonsuz bir zevk almakta olan sadistlerin, insaf bilmez ve ölçü tanımaz zorbaların, aşağılığına erişilemeyen alçakların, öcü acı olan yılanların, yaralı domuzların ve benzerlerinin haklı haksız birilerinden veya bir şeylerden intikam almayı düşünmeleri anlatılamayacak kadar çok kötüdür… Ancak, adalette zirvede bulunanların, zalim ve isyankârları cezalandırmayı düşünmeleri, mazlumlar, hakkı yenenler, suçsuzlar ve ezilenler için, insanlığını yitirmeyenler tarafından hep aranan adalet gereği işlerdendir. Şüpheniz olmasın ki biz mücrimlerden intikam alacağız. (Secde, 22; Duhân, 16) buyuran bizzat Allah’tır. Ancak bu ayetleri Öztürk’e okumanın asla hiçbir faydası olmayacağı elbette aşikârdır. Çünkü o, Kur’ân’ın tamamına yahut en azından aklına, kabullerine, ideolojisine, kültürüne ve imanına ters gördüğü ayetlerine inanmamaktadır. Onlar -hâşâ- Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem yahut başkaları tarafından uydurulduğu fikrindedir. Bunu da gizlememektedir. Hâsılı, bu intikam veya intikam iradesi Kur’ân’da var olmasına rağmen yine de çok kötü ise ve bunu Allah söylemiş olamaz deniliyorsa, bu çok kötü olan işi kuvvetle muhtemel -haşa- Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tarafından uydurdu denilmektedir. Hiç düşünebiliyor musunuz, Öztürk’ün bu yaptığı, nasıl bir Peygamber düşmanlığıdır?! Allah’ın lâneti yalancıların üzerinde olsun!
Dört: Evet, Allah’ın rahmeti yardır ve nihayet mertebededir ama mahiyet ve vasfı bakımdan tabii ki, kullarınki gibi değildir… İnsan kalbindeki acıma mahiyetinde olamaz. Ama zayıflık ve cisimlik vasfıdır. Allah ise -haşa- ne cisimdir, ne de zayıftır. Aksine bu merhametin Allah’ın zatına yakışır bir hakikati vardır. Kime ne düşer? Öztürk, -haşa- Allah merhametsizdir mi demek istiyor, yoksa merhameti kullarınki gibidir mi demeye çalışıyor? Değilse, zaten olmayan bir şeyin bir şeylerin olduğunu iddia etmek saçmalıktır demeyi mi murat ediyor?
Beş: Allah iman ve akıl versin. Rabbim ümmetin evlâdını imansızlardan ve imansızlıklarından korusun…
Devamı için tıklayınız…
Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi; Mustafa Öztürk’ün, rahmet ve gazap sıfatlarıyla ilgili iddialarına yönelik izahata devam edilen 4. bölümle sürüyor. Reddiyenin devamına buradan ulaşabilirsiniz.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin