Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi, Yunan Mitolojisindeki ilâh ve Hermes münasebetinden yola çıkılarak yapılan iftiraların ele alındığı 3. bölümle devam ediyor. Reddiyenin daha önce yayımlanan bölümleri:
Dokuz ayrı bölümden oluşan reddiyenin diğer başlıklarına aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz:
1- Rahmân Olan Allah Lânet Eder mi? Allah’ın Lânet veya Bedduâsı Ne Anlama Gelir?
2- Allah Teâlâ’yı ve Kitabını Beğenmeyenler!
3- Yunan Efsanelerinden Hareketle Allah ve Resûlü’ne Büyük İftira!
4- Allah Teâlâ Sevmez ya da Gazap Etmez mi?
5- Rahmet ve Merhamet Allah Teâlâ’ya Yakışmaz mı?
6- Övünmeyi Yasaklayan Allah Teâlâ Kur’ân’da Neden Övülüyor?
7- Sorgulama mı Yoksa Allah ve Rasûlü ile Muharebe mi?
*- Kur’ân Gelmeseydi, Durum Daha Kötü Olmaz mıydı?
*- Şifâ Olan Kur’ân, Kendisiyle Sapıtanlara Neden Şifâ Olmuyor?
Diyor ki:
Acaba diyorum, gazabı olsun, kendini övmesi olsun, övünmesi olsun, lâneti olsun vs. olsun. Acaba Resûlullah, bir tür Hermes gibi… Hermes’i biliyorsunuz. Mitolojide Tanrı’nın mesajının insan idraki tarafından kuşatılamayacağı için o mesajın insan diline çevirisini, aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah’ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine, kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi?
Diyoruz ki:
Bu ifadelerde birçok cinayetler var…
Öyle ki:
Bir: Burada evvela Kur’ân’ın lafzının Allah’a ait olmadığı iddiası vardır. Son İlâhî kitabımız, tahrif edilen Kitâb-ı Mukaddes gibi gösterilmek istenmektedir. Böylece de bunların kimlerin hizmetinde oldukları açığa çıkmaktadır. Oysa her bir aklı başında Mü’min Kur’ân’ın hem lâfzının hem de manasının Allah’a ait olduğuna inanır.
İki: Öztürk, burada, Allah ve Resûlünü mitolojideki ilâh ve onunla kullar arasındaki vasıta olduğu söylenen ve Hermes ismi verilen insana (peygambere) benzetiyor. Allah Teâlâ ve Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemin yaptıklarını ve insanlara aktarılmasın mitoloji ilâhının ve peygamberinin yaptığı İşlere benzetmektedir. Gerçek ilâh ve peygamberin varlıklarını ve yaptıklarım, uydurma ilâh ile aslı olmayan Hermes’inin mevcudiyetlerine ve yaptıklarına kıyaslamakla mitoloji seviyesinde görüyor ve gösteriyor. Oysa Hermes, olmayan bir ilâhtan aldıklarında kafasına göre değişikliklere gider, ama Allah’ın Resulleri böyle bir yalancılık, hainlik ve iftiradan uzaktırlar.
Üç: Görüldüğü gibi -şayet hakikaten Allah’a ve Kur’ân’ı indirdiğine inanılıyorsa- bu sözlerde Kur’ân’ın, onda olmayan sözleri ona sokuşturmakla Peygamberimiz tarafından tahrif edildiği ileri sürülmektedir. Siz Öztürk’ün burada acaba demesine bakmayın. Bu bir nifak ve vesvese üslubudur. Aklı kıt olanları saptırmakta kullanılır. O, İnkâr edebilir. Buna biz, içinde bulunulan, siyasî şartlarda bir şey diyebilme hürriyetine ve imkânına mâlik değiliz. Lâkin Mü’min olduğunu iddia ettiği hâlde onu hâlâ savunan ve kollayanlardan Allah’ın huzurunda davacı olacağımızı bildirmek isteriz.
Tahrifin Bilimsel İfadesi!
Diyor ki:
Bu aktarımda Tanrı ile ontolojik bir yakınlığı olmadığı için Tanrı gibi düşünemeyeceği, Tanrı gibi davranamayacağı için insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları, hem insan olma özellikleri itibariyle Tanrı’yı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır.
Diyoruz ki:
Mustafa Öztürk yukarıdaki ifadeleriyle Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ayetlerde yer alan lânet ifadelerini -hâşâ- nasıl uydurup Kur’ân’a soktuğunu bilimsel olarak izah ediyor(!)
Denilecek çok şey varsa da biz birkaçıyla iktifa edelim:
Bir: Onun bu ifadelerinin altında Allah inkârı bulunmadığı iddia ediliyorsa, üstü örtülü ve gizli bir Hıristiyanlık ve İncil müdafaası yatmaktadır. Zira Hıristiyan Tanrı bilimciler, Kitab-ı Mukaddeslerinin tenakuzlarına buna yakın usullerle kılıf aramaktadırlar. İlâhî vahyin Matta, Luka ve diğer iki İncil yazarı gibi kişilerdeki tahakkuk ve tezahürü olarak hulasa edilebilecek bir usul.
Nitekim bu dediklerimiz, Thomas Michael’in Türkiye’de İlâhiyat Fakültelerinde talebelere verdiği derslerden derlenen Hıristiyan Tanrı Bilimine Katkı isimli eserinden de anlaşılacaktır. Belli ki, Öztürk, Kur’ân’ı da o terekeye düşürmek istiyor. Kısacası: Aldığı vahyi, bazı ekleme, çıkarma ve başka şekillere sokmak tarzıyla zihninde canlandırarak sunmak. Hâlbuki bu dedikleri Kur’ân’da asla yoktur… Bunu iddia eden -her kim olursa olsun- azılı bir Kur’ân ve İslâm düşmanıdır.
İki: Öztürk’ün, Hermes Tanrı gibi düşünemeyeceği için ifadelerinde düşünme fiili Allah’a izafe edilmektedir. Oysa bilindiği gibi düşünme yani fikretme işi, bilinenlerin peş peşe getirilmesiyle bilinmeyenlere ulaşma ve onları bu yolla bilme demektir. Malumların, meçhulleri bilmeye sıçrama taşı yapılması manasındadır. Hâlbuki Allah Teâlâ için hiç bilinmeyen bir şey olmaz. İnsanlar bile, bazı şeyleri düşünmeden (zarureten) bilebilirken, bir iman sahibi bunu Allah’a nasıl yakıştırabilir?. Öztürk, Allah’a, lanet etmeyi yakıştıramıyor ama (belli bir zaman için de olsa) bilmemeyi, yakıştırabiliyor!. Şaşmadım… Şaşana da şaşarım.
Üç: Evet, İlâh olan mevcut ile İlâh olmayan varlıklar -peygamber bile olsalar- İlâhla, vücutta da aynı mahiyette değildirler. Ancak, bunun böyle olması, İlâh’tan gelen vahyin Peygamber yahut bir başkası tarafından değiştirilmesini icap ettirmeyeceği gibi câiz de kılmaz. Aksi bir inanç yahut düşünce, ilâhî vahiy diye bir şeyin esasen bulunmadığını, bulunsa bile, bunun her türlü menfiliklerden, ayıplardan ve noksanlıklardan pak tutulmuş seçme ve mükemmel kullar olan Peygamberlere, onlar vasıtasıyla da insanlara -olduğu gibi- gelemeyeceğini, geldiği takdirde de mecburen değişmeye maruz kalacağını iddia etmek olur. Bu ihtimallerin hepsi de süzme batıllar ve münakaşa kabul etmez imansızlıklardır.
Dört: Öztürk’ün bu mantığından hareket edilecek olursa, Kur’ân’ın başka dillere nakledilmesinin ve yorumunun iftira etmeden ve muhtevayı değiştirmeden yapılamayacağı reddedilemez. Hata bu tercüme ve tefsirlerin, onları yapanların zihinlerindeki şekillenmelerle bambaşka bir hâl alacağı da inkâr edilemez.
Bilhassa zamanımızda ve şartlarımızda, bin bir türlü itikadî, amelî ve ahlâkî kusurlarla kirli paslı hâlde gelen mütercim ve tefsircilerin tercüme ve tefsirleri, kesinlikle sayılamayacak iftiralarla dolu olur. Şimdi, Öztürk’ün de tefsir yazmakta (!) olduğunu duyduk. Kendisinin de Hermes gibi, İlâhla ve hatta Peygamberle çok büyük mahiyet farkları bulunduğunu sanırsam inkâr etmez. O hâlde kendi mantığına göre o da İlâhî vahyi, içinde yer aldığı malûm kültürel yapıya göre zihninde tasavvur edip kalıba öyle dökecek ve anlatacak. Böylece de hem Allah’a hem de Peygamberine iftira edecek. Öyle mi?
Beş: Doğrusu, Allah’ın sıfatları hakkındaki inen ve gelen ayetler ve ifadeler, diğer ayetlerde olduğu gibi insanlara -Hermes’in yaptığına benzer şekilde değiştirerek değil de hiçbir surette değiştirilmeden, onların kullandığı ve anlayabildiği lafızlar ile iner. Onun için aralarındaki mahiyet farkı sebebiyle ilk anlaşıldığı ve asıl manasında olmadıkları başta kabul edilir… Ancak bunun böyle olmasından, bunları inkâr etmek yahut değiştirmek ve olduğundan bambaşka bir hâle sokmak icap etmez.
Öküzün Sözünü Kim Daha İyi Anlar?
Bir temsil ile meseleyi daha anlaşılır hâle getirecek olursak:
Mesela, Öztürk’ün bir öküzle karşı karsıya gelip birbirine bakışmaları ve kendilerine has dilleriyle konuşup bir şeyler demeleri hâlinde aynı şeyleri anlamaları ve düşünmeleri tasavvur edilemez. Her i kişi karşılıklı ses çıkarıp konuşsa ve biri diğerinden ufak tefek bir şeyler anlasa bile sözlerin hakikati sadece kendi sahibi tarafından bilinebilir, muhatapça bilinemez. Tabii ki, Öztürk’e konuşan bu öküzü, bir başka öküz, Öztürk’ten daha doğru anlar. Nitekim Abbas da Öztürk’ün sözünü, onu dinleyen öküzden daha iyi anlar. Öküzle Öztürk arasındaki mahiyet farklılığı bunu gerektirir.
Ancak Allah, kullarını her varlıktan iyi bilir ve anlar. Çünkü iman edenlere göre kulları da her şeylerini de yaratan Allah’tır. Lâkin kullar, O’nun sıfatlarını kendi başlarına, ancak kulluklarıyla sınırlı ve Onunla yakınlıkları nispetinde anlarlar. Bu noktada tahrife ve iftiraya hacet de olmaz. Allah ile -olabileceği kadar- yakınlığı bulunan bir peygamber, aldığı vahyi neyse ve nasılsa öylece aktardıktan sonra, onu ya öylece bırakır veya imkân dairesinde açıklar. Bu vahye muhatap olan Müminler her iki halde de aslına ve hakikatine iman etmeleri ile beraber, bilebildikleri veya bildirildiği ve açıklandığı kadarıyla iktifa ederler. Kendilerine bu kadarının lazım olduğunu bilirler.
Devamı için tıklayınız…
Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi; Mustafa Öztürk’ün, rahmet ve gazap sıfatlarıyla ilgili iddialarının ele alındığı 4. bölümle devam ediyor. Reddiyenin devamına buradan ulaşabilirsiniz.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin