Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi, “Allah Teâlâ Sevmez ya da Gazap Etmez mi?” başlıklı, Rabbimiz Teâlâ’nın sıfatlarıyla ilgili izahatın ihtiva eden 5. bölümle devam ediyor. Reddiyenin daha önce yayımlanan bölümleri:
1- Rahmân Olan Allah Lânet Eder mi? Allah’ın Lânet veya Bedduâsı Ne Anlama Gelir?
2- Allah Teâlâ’yı ve Kitabını Beğenmeyenler!
3- Yunan Efsanelerinden Hareketle Allah ve Resûlü’ne Büyük İftira!
4- Allah Teâlâ Sevmez ya da Gazap Etmez mi?
5- Rahmet ve Merhamet Allah Teâlâ’ya Yakışmaz mı?
6- Övünmeyi Yasaklayan Allah Teâlâ Kur’ân’da Neden Övülüyor?
7- Sorgulama mı Yoksa Allah ve Rasûlü ile Muharebe mi?
*- Kur’ân Gelmeseydi, Durum Daha Kötü Olmaz mıydı?
*- Şifâ Olan Kur’ân, Kendisiyle Sapıtanlara Neden Şifâ Olmuyor?
Mustafa Öztürk Diyor ki:
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde Rahmet Maddesi’nin yazarı veya Rahim Maddesi’nin yazarı rahmetli Bekir Topaloğlu aynen böyle yazmış. İçinde acıma duygusu olmayan rahmet ne demek ya? Bunun Türkçe hiçbir anlamı var mı arkadaşlar? Acıma duygusu olmayan rahmet ne demek? Bu kadar amorf bir laf olur mu ya? Şimdi ben asıl yakışmamayı Tanrı’nın ulûhiyetine, büyüklüğüne, insanî reflekslere sahip olmamasına bağlıyorum. Kızma, öfkelenme gibi sıfatlar Tanrı’yı bunlardan münezzeh kılıyorum. Tanrı adına birinin, onun adına konuşması bağlamında bu ifadeleri değerlendiriyorum.
Diyoruz ki:
Sıkıntılar ve idraksizlikler yine birbirini kovalıyor. Öztürk yine aklının ermediği şeylere burnunu sokmuş…
Öyle ki:
Bir: Başlarda da geçtiği gibi, asıl sıkıntı, akılsızlık ve imansızlık… Şimdi rahmet ama kullarınki gibi -haşa- acziyet ve zayıflık bulunduran bir merhamet değil, deyince, söz amorf (şekilsiz ve biçimsiz) oluyor, öyle mi?.. Allah, iman, akıl ve idrak versin!
İki: Öztürk’ün şu ‘Şimdi ben asıl yakışmamayı Tanrı’nın ulûhiyetine, büyüklüğüne, insanî reflekslere sahip olmamasına bağlıyorum. Kızma, öfkelenme gibi sıfatlar… Tanrı’yı bunlardan münezzeh kılıyorum. Tanrı adına birinin, onun adına konuşması bağlamında bu ifadeleri değerlendiriyorum’ şeklindeki üç cümlesinden ikinci ve üçüncü cümleleri daha iyi anlaşılıyor. Kızma gibi sıfatları Tanrı dediğine yakıştıramıyor. Ayetlerde bu gibi kelimeler O’na izafe edilse bile bunların birilerinin (-haşa- Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin) O’nun adına konuşması ile ortaya çıkan sözler olduğuna inanıyor. Birinci cümle ise belki de şu iki cümleyi söyleme heyecanıyla sadır olan manasız kelimeler yığını, Öztürk hulasa olarak, Allah -haşa- kızmaz, ama Peygamberi bu yakışıksız kelimeyi Kur’ân’a soktu, ona iftira etti ve onun adına kendi yakıştırdı. Onu -haşa- kendi uydurdu ama Allah dedi diyerek yalan söyledi demeye getiriyor.
Üç: Bunu azılı Kur’ân ve İslâm düşmanlarından başka hangi imansız ve ahlâksız iddia edebilir?!
Allah Teâlâ Zâtını Neden Övüyor?
Diyor ki:
Bakın bizim İslam tefsir geleneğimizde daha Bismillah (بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ) Elhamdülillahi Rabbi’l-Âlemîn (اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ) der demez, bizim ulemanın zihnine şu düşmüş: “Ya Allah niye kendini sürekli övüp duruyor? Hamd diyor, Elhamdülillah diyor. Ya bırak da biz övelim. O kendi kendini övüyor. Mütekebbir diyor arkadaşlar. Tekebbür fiili biraz tekellüf içerir. Bir tür kasıntılılık hâli. Bunu Ebû Bekr İbnü’l-Arabî bile söylüyor. Bak İbnü’l-Arabî bunu tartışmış, Taberî tartışmış. Birisi 310, birisi 333 (hicrî), birisi 500’ler. Tartışmışlar. Râzî tartışmış. Bunu nasıl anlayacağız diyor. Bunu da şuraya getiriyorlar: Arkadaşlar, onun övmeye, övülmeye ihtiyacı yok. Ha sizin onu övme ihtiyacınız, mükellefiyetiniz var. Sizi kendisinin nasıl övüleceğini öğretmek için o cümleleri kullanıyor diyor. Ya bir kere kullandın, iki kere kullandın, 60, 100, 150…
Diyoruz ki:
Karıştırmalar ve anlayış bozuklukları gırla gidiyor… Nihayet tefsir diye Kur’ân’ı tahrife başlıyor…
Öyle ki:
Bir: Kusursuz birisinde bulunan ve gerçek olan bir büyüklüğün ve üstünlüğün haber verilmesi, yaygın manada övünme değil, hakikatin açıklanmasıdır. Bu ihbar her hâl ve kârda hikmet ve maslahat icabıdır. Hatta bazen bu haberin verilmemesi kusurdur. Allah Teâlâ böyle bir kusurdan paktır, münezzehtir.
Hatta bu haber verme, kusurlarla dopdolu olan kullarda bile ihtiyaç mahallerinde ve zamanlarında son derece faydalıdır. Bir misal verecek olursak: Hastalarını insan veya hayvan tersleriyle tedavi edecek kadar iptidai olan insan toplulukları arasında modem tıbbın zirvesinde olduğu muhakkak ve müseccel olan bir tabibin bu işi içinizde en iyi ben bilirim demesi, işe el atarak saçmalığın ortadan kaldırılması elbette ki faydalıdır. Hatta zaruridir. Söylememesi ise büyük bir kusur, hatta hainliktir. Nitekim doğru ve isabetli bir ekonominin bilinmeyip insanların kıtlıklarla boğuştuğu ve heder edildiği Mısır’da Yusuf aleyhisselamın Kral Azize, bu maliye işlerini ben çok iyi bilirim demesi nihayet mertebede doğru ve iyi olmuştu.
Bu sözü krala demeseydi, affedilmez bir noksanlık ve telâfi edilemez bir zarar sebebi olacaktı. Kullara yasak olan, ihtiyaç duyulacak yer ve zamanlarda gerçekte var olan meziyetlerini haber vermeleri değildir. Tam aksine nereden kalkıp nerede duracaklarını bilemediklerinden bunlarla hak etmedikleri bir şekilde böbürlenme işleridir. Böylece insanlar nezdinde büyümeye, menfaat temin etmeye, binlerinin haklarını iptal etmeye, onlara haksızlık etmeye, onları yanlış yönlendirmeye kalkmalarıdır.
Bununla, diğer yandaki sayısız kusurlarını ve zararlı yanlarını örtmeye çalışmalarıdır. Bulundurdukları cüzi meziyetlerini olduğundan çok daha fazla göstermeye ve külli meziyet gibi arz etmeleridir. Bu nokta gayet hassas olduğu için kulların ekseriya haklı ve doğru meziyetlerini sergilemeleri çok kere haksız neticeleri doğurur. O yüzden bu tehlikeli silâhı çoğu zaman, hatta çok ender haller hariç hiç kullanmamak daha münasip olur.
Bir yanda herkesten ve her şeyden büyük ve kuvvetli, her şeyi bilen, gören, duyan, dilediğini yapmaya gücü olan, her türlü üstünlükleri bulunduran kusurların tamamından pak Yaratıcı bir zatın bu vasıflarım haber vermesi var.. Diğer tarafta ise boyu, okkası, gücü kuvveti, bilgisi, görmesi, duyması gayet sınırlı olan, dilediklerinden belki de binde birini bile yapmaya malik olmayan ve sayısız kusurlarla dolu olan yaratılan bir kulun bazı şeyleriyle övünmesi.. Bu iki iş hiç bir olur mu?. Doğrusu bu ikisini ancak geri zekâlı veya art niyetli olanlar birbirine kıyaslamaya kalkabilir…
İki: Değil Müfessirlerden, Müminlerden hiçbiri Allah’ın kendinin büyüklüğünü, kemal sıfatlarını bulundurmasını, her türlü noksanlıktan beri olduğunu haber vermesinden gocunmaz ve onu tartışma? Kulları tarafından övülmesini istemesin’ den rahatsız olmaz. İtiraz yoluyla neden böyle yapıyor diye düşünmez ve konuşmaz. Böyle bir karşı çıkış ve rahatsızlık ancak Allah ve din inkârcılarından yahut kendini veya bir başkasını Allah’tan j üstün görenlerden sadır olabilir. Bırakın ismi geçen büyük müfessirleri, hiçbir aklı başında kişi bunu katiyen aklına dahi getirmez, nerde kaldı tartışsın.
Üç: Müfessirler ancak bunun, yani kendini neden övdüğünün sebep ve hikmetlerini bulmaya çalışırlar. İsmi anılan ve anılmayan müfessirler bu husustaki I ihtimalleri sadece zikreder ve anlamaya çalışır. Bunların ne olduğuna dair nasları buldukları takdirde onlarla ağırlıklarına göre iktifa ederler. Bu naslarda kesin olan sınırlandırma yok ise, onları kabul edip başka akli ihtimallerin de önünü açık bırakırlar. Bu hususta nas bulamazlarsa, nasların tamamının ve umumun dairesinden hiçbir şekilde çıkmama şartıyla imkân dairesindeki akli ihtimalleri araştırırlar, ama yine asla kesin konuşmazlar. Dolayısıyla Öztürk’ün ismini saydığı I müfessirler kendisi gibi inkâr sualleri ile ne kendilerini ne de başkalarını helak etmeye katiyen teşebbüs etmezler.
Allah Teâlâ’nın Zâtını Övmesi Hususunda Müfessirlerin Görüşleri
Dört: Nitekim ister Mâtürîdî, ister İbnu’l-Arabî isterse başka bir bihakkın müfessir olsun bu kendini övmeyi Allah’ın her bakımdan ve en üst seviyede hak ettiğini, bunda sayısız faydalar ve hikmetler bulunduğunu ama birçok noksanlıkların sahibi olan kulların öyle olmadığını beyan ediyorlar. Allah’ın, elhamdülillah demekle insanlara böyle deyin demek istemiş de olabileceğim yahut Onu nasıl öveceklerini öğretmek için de böyle buyurmuş olma ihtimalinin bulunduğunu ifade ediyorlar.
Beş: Bunlarla beraber biz de deriz ki:
Kişi, emri altında bulunduğu kimseyi yani âmirini ne kadar üstün ve büyük görürse, onun emrini, yasağını, irşad ve tavsiyelerini o nispette çok mühimser ve icaplarını o ölçüde titizlikle yerine getirir. Ancak ne nispette lüzumu kadar büyük göremediyse, bunlara ehemmiyet vermesi de o kadar az olur. Beşer kitaplarından bile sahiplerine verilen kıymet ölçüsünde feyiz alınır ve faydalanılır. Hatta büyük görülmeyi hak etmeyen ve olduğunun hayli üstünde büyütülen bir kimsenin kıymetsiz bir kitabından bile azami faydalanma hâsıl olur.
Diğer yanda, büyük görülmeyi ve büyütülmeyi hak eden ama olduğundan küçük görülen birinin hakikaten değerli olan bir eserinden faydalanma az olur yahut hiç olmaz. Bu dediğimiz, günümüzde çok ve sık müşahede edilmektedir. Kuran’ın, Peygamberinin, Ashabın, din hitaplarının ve din büyüklerinin ayıplı ve kusurlu gösterilmek istenmesinin altında hep bu faydalanmayı yok etme, insanların onların dediklerine uymamalarını kazanma şeytanlığı yatmaktadır.
Büyüklüğüne nihayet bulunmayan Allah’ımız, ibadetlerle, zikirlerle, murakabelerle ve dualarla, kulların gözünde büyüdükçe büyür. Böylece O’nun dediklerine daha bir sıkıca sarılırlar. Bunlardaki gevşeklik nispetinde ise gözlerinde ve gönüllerinde küçülür ve nihayet bu dibe vurur. Sonunda da iş düşmanlığa doğru ilerler.
Keza, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, O’na yapacağımız tazim, göstereceğimiz saygı, bunları kazandıracak salavatlar ölçüsünde gözümüzde ve gönlümüzde büyüyecektir. Büyüme nispetinde de peşinden gidişimiz tahakkuk edecektir. Hâsılı, Allah’ın dediklerini gözettikçe, icaplarını yerine getirdikçe ve Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin sözünü tutup peşinden gittikçe de onlar gözde büyüyecektirler. Büyüdükçe dedikleri yerine getirilecek, dedikleri yeri ne getirildikçe de gözlerde ve gönüllerde büyüyeceklerdir.
Sahabe ve imamlar da öyle.
Öztürk ve benzerlerinde yaşanan sıkıntının altında işte bu çıplak hakikatler yatmaktadır. Karalama ve küçültme operasyon ve kampanyalarıyla insanların gözlerinde ve gönül dünyalarında hak ettikleri büyüklük aşındırılıp yok edilecek, böylece onların sözlerinin tutulması engellenmiş olacak. Bunun için çarklar ve sistemler icat edilip gözden düşürülmüş olacaklar.
Her halde ve şartta Allah en büyüktür denilmesine ve buna yürekten inanılmasına, hangi beşerî sistem razı olabilir ve dayanabilir? Hiçbiri buna asla razı olamaz ve dayanamaz. Çünkü onların sahip ve tabilerinin tamamı benim putumdan daha büyük tanımam inancını taşımaktadır. Merhum şairin ifadesinde de yer alan bütün dikeyleri yatay hale getirecek kâinat çapındaki büyük inkılabın en büyük silâhı: Allahu ekber… Allah herkesten ve her şeyden daha büyüktür. Ama ne denildiğinin farkında olarak ve vücudun bütün zerre ve hücreleriyle denildiği takdirde…
Zalim sistemlerin beslemeleri ve yalakaları buna nasıl tahammül etsinler?.. Katiyetle edemezler.. Öyle ya, Allah en büyük ise karşısına dikilen alçakların dediklerinin ne kıymeti kalacak?
İşte bunun için var güçleriyle velileri, müctehid imamları, muhaddisleri, müfessirleri, hatta Sahabeyi, hatta Peygamberi ve hatta Allah’ı gözlerde ve gönüllerde küçültmeye çalışırlar. Onların karşısında -Remus ve Romulus gibi- memelerini emerek büyüdükleri ve semirdikleri kurtlan yahut yaban domuzlarını büyüttükçe büyütürler ve bunu asla kimselerle münakaşa mevzuu yapmaya bile yanaşmazlar.
Altı: Öztürk, demokrasilerde kendini övme ve başkalarını yerin dibine batırma esasına dayanan bir müsabaka olan idareye talip olma ve seçim yarışı hakkında bir şeyler demiş midir, dememiş midir? Demişse ne demiştir? Duymadım. Allah’ın, hakikatin ta kendisi olan büyüklük ve üstünlüklerini kullarına haber vermesini, o okkası ortada olan aklıyla sorgulamaya kalkan Çin malı Donkişot’umuz, zannetmem ki bu hususta bir şeyler demiş olsun. Nasıl desin? İpsiz sapsız oluşundan memnun olan bir kimse, bu vasfını borçlu olduğu bir dünya görüşünü hiç münakaşa mevzuu yapar mı yahut yapabilir mi?..
Yedi: Allah bilir ama siz bilmezsiniz buyuran Mevla’ya, -haşa- Sen bilmezsin, ben bilirim dercesine akıl ve emir verecek kadar yobazlaşan ve haddi aşan Öztürk, nihayet Ona Bırak da seni biz övelim ya diyebiliyor. Hem de sokak ağzıyla, ya diye hitap edebiliyor. Nerede? Allah’a inandığını söyleyenlerin arasında… Doğrusu çok garip ve ibretlik!.. O böyle bir ifadeyi emri altında dünyalığını kazandığı her hangi bir amirine kullanabilir miydi, ne dersiniz? Tüh olsun, yuh olsun bize…
Öztürk, Allah’ın, en büyük olduğunu haber vermesini, bırak da seni biz övelim ya diyerek önce reddetti. Müfessirler tarafından gösterilen belli hikmetlerden sonra da (sanki irhâu’l-inan üslubuyla hareket ederek), ‘Ya, bir kere kullandın, iki kere kullandın. 60,100,150… ’ diyor. Sanki Ey Allah! Senin bu yaptığın kabul edilmez, ama hadi kabul edelim, ya bu kadar fazla olması da ne oluyor? demeye getiriyor. Allah’a her dem, ben senden daha iyi bilirim diyebilen ve onunla her şeyi tartışabilen bir yiğit tabii ki böyle der. Bu kafadaki biri, neden demesin? Dinin kullar içinde siyasi sahibi bulunmayınca Öztürk’e kim ne diyebilir? Taşlar bağlanınca kim ne yapabilir ki?!
Devamı için tıklayınız…
Mustafa Öztürk’e ait kısa bir kesitte yer alan iddialara dair cevaplar serîsi; Mustafa Öztürk’ün ortaya attığı şüphelerden biri olan, “Övünmeyi Yasaklayan Allah Teâlâ Zâtını Neden Övüyor?” konusu ile ilgili detayları ihtiva eden rahmet ve gazap sıfatlarıyla ilgili iddialarına yönelik izahata devam edilen 6. bölümle sürüyor. Reddiyenin devamına buradan ulaşabilirsiniz.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin