✔Hüseyin Avni Hocadan Mustafa Öztürk’e reddiye…
✔Rahmân Olan Allah Lânet Eder mi?
✔Allah’ın Lânet veya Bedduâsı Ne Anlama Gelir?
✔İlâh Tasavvurunda Kırılmaya Örnekler
✔Allah’a Din Öğretmek!
✔Lügat, Istılah, Edebiyat, Belâğat, Kelâm ve Tefsir
Besmele, hamd ve salât u selâmdan sonra…
Hangisi daha kötü ve tehlikeli? Korona virüsü mü, Kur’ân düşmanı tefsirciler veya Sünnet düşmanı hadisçiler mi? “Nasıl yani? Kur’ân düşmanı tefsirciler ve Sünnet düşmanı hadisçiler de mi varmış?” diye soracak olursanız, tabii ki var deriz.
Şöyle: Ecnebi memleketlerinde küfrün atölye ve tezgâhlarında imal edilen ve İslâm âlemine ihraç edilen yeni bir İslâm var. Cebren ve hile ile İslam memleketlerinin başına konulup bela edilenler tarafından ithal edilip resmileştirilen bir İslâm… Dıştaki İslam düşmanı alçakların ellerinden biriyle ihraç, diğeriyle de ithal ettikleri ama İslâm’la uzaktan yakından alakası bulunmayan bir ithal İslâm mevcut.
İşte hakikatte zehir olan bu İslâm, içte birileri tarafından dış takviyelerle de korunarak ümmetin evlâdına içirilmektedir. Dâhilde bu ithal İslâm’ın havariliği ve misyonerliği vazifesi verilenler veya bunu kendi iradeleriyle yüklenenler, başta Müslüman bile olsalar, bir zaman sonra kahir ekseriyetle Kur’ân düşmanı tefsirciler veya Sünnet düşmanı hadisçiler hâline gelmektedirler.
Bunlar bilhassa ilim, akıl, anlayış ve idrak bakımından zayıf olan yani manevî bünyelerindeki müdafaa (bağışıklık) sistemleri zaten çökmüş yahut çökmek üzere olan mü’minleri, o şeytanca telkin ve vesveseleriyle çok kere imansız hâle getirip ebedî cehennemlik yapmaktadırlar.
Onların zehirlerini içmeye mecbur ve mahkûm olanlardan yahut edilenlerden bu tehlikeden kurtulanlar nadir, hatta enderdir. O yüzden açıktır ki, şu korona virüsü dedikleri, bunların vesveselerinden inanın ki, çok masumdur.
Zira bu virüs, canını aldıklarından imanı olanların hükmen şehîd olmasına sebep olur. Bir musibet olarak istenmez ise de geldiğinde sabredildiği ve Allah’tan ecirler beklendiği takdirde, hükmen şehîd olmak umulur.
Evvelâ şöyle bir hayale dalalım: Karşımızda kerrat cetvelini (çarpım tablosunu) yeni ezberlemiş ilk mektep talebesi bir çocuk var. Dünya çapında bir matematik profesörüyle en girift problemler hakkında münakaşa etmeye kalkışmış. Başka bir tarata da fizik ve kimya öğrenmeye henüz başlayan yeni yetme delikanlılar duruyor.
Bu dallarda dünyada en üstün dereceler almış kimselerle onların sahalarında amansız bir kavgaya tutuşmuşlar. Tıp ilminin henüz başında olan biri bu sahanın bir numaralı mütehassısı ile ağız dalaşı yapıyor, ona yanlışlarını, kendi tercihlerini gösteriyor ve doğruları öğretiyor. Ne eğlendirici, değil mi?!
Gözünüzü şöyle bir kapatıp yine hayal edin: Önünüzde doğru dürüst konuşmayı beceremeyen biri var. Dediklerinin ucunun nerelere varacağının farkında olmadığı gibi söyleneni gereği gibi anlayamıyor. Hele edebiyattan ve inceliklerinden hiç mi hiç haberi yok. Muhakeme kabiliyeti sıfır.
Anlayışı son derece kıt. İşte bu kişi büyük bir edibin eşsiz bir eseri ve ondaki harika sözleri üzerinde tartışma açıyor. Onunla münakaşaya tutuşuyor. Ona retoriği öğretiyor. Bu bir yanıyla hayli güldürücü ve eğlendirici; öyle değil mi? Buraya kadar böyle.
Ancak önümüzde yukarıdakilerle kıyas kabul etmeyecek kadar farklı soytarılık da var.
Haddini bilmezin birini bu dil ve hatta ilâve olarak din kavgasını Allah Teâlâ ve Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem ile yaparken görüyorsunuz. Buna hâliyle gülemiyorsunuz. Aksine kahrınızdan ölecek hâle geliyorsunuz. Ona, Sus be imansız, diyemediğinize be onu susturmaya gücünüz yetmediğine göre yaptığına sadece kahroluyorsunuz.
Bir de gözünüzün önüne şöyle bir manzara getirin:
Karşınızda kifayet mertebede dilden, mantıktan, muhakemeden ve dinden haberi bulunmayan Mustafa Öztürk var. Resûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem, hatta Allah sübhanehu ve Teâlâ ile bu hususta kavgaya tutuşuyor. Onlara, nasıl konuşulması lâzım geldiğini öğretmeye kalkıyor. Dil ve hatta din öğretiyor. Tabii bu, ciddi bir klinik vaka… Ne var ki, birileri onu adam yerine koyuyor, kolluyor ve bir yerlere oturtuyor, terfi ettirdikçe terfi ettiriyor. Öyleyse mecbur kalarak onun bir videosunda yer alan söz kılığındaki hezeyanları üzerinde bazı şeyler söyleme ihtiyacı duyuyoruz.
Âlemlerin Rabbi’ne Dil Yakıştırması!
Öztürk diyor ki:
İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen şu lafı derler:
Tanrı, -merhametinin kat sayısı belli değil- engin merhamet ve şefkat sahibidir. Dilinden lânet eksik olmuyor. Şimdi üstadım; ben bunu Tanrı’ya nasıl yakıştırayım?! Tanrı niçin bu kadar hiddetleniyor?!
Diyoruz ki:
Öztürk sözüne, dini başı belli olmayan bir istihza cümlesiyle başlıyor.
Öyle ki:
Bir: Burada merhametinin kat sayısı belli olmayan ve engin merhamet ve şefkat sahibi olan ama birilerine lânet eden bir Allah tasviri ile işi bir yere getiriyor. Her şeyin Yaratıcısı ile dalga geçiyor. Daha doğrusu hem Allah ile hem rahmet ve şefkatiyle, hem de merhametinin çok fazla olmasıyla istihza ediyor. Aklınca bir taşla sadece iki değil çok kuş vurmaya çalışıyor. Lânet etmeyi Allah’a yakıştıramadığını söylüyor. Oysa Allah bilir ama siz bilemezsiniz buyuran o Yaratan, bizzat kendisi Kur’ân’da otuzdan fazla yerde birilerine lânet ettiğini haber veriyor… Öztürk buna rağmen lânet etmeyi ve kızmayı O’na yakıştıramıyor! Peki, Öztürk’e göre Allah’a yakışmayan bu işler, Kur’ân’da neden ve nasıl bulunabiliyor? Onca ihtimallerden biri -haşa- Allah’ın böyle bir şey söylememesine rağmen, Peygamber olduğu ve Kur’ân’ı getirdiği iddia edilen birinin bunları O’na iftira etmesi.
İki: Öztürk, Allah Teâlâ için dilinden lânet düşmüyor demekle O’na -haşa- dil yakıştırması yapıyor. Allah Teâlâ’nın kendi zâtına yakıştırdıklarını yakıştıramasa da yakıştırdığı bilinmeyen dili yakıştırabiliyor.
Üç: Önce, Arapça bir kelime olan ve Türkçe’de de kullanılan la‘n ve la‘net ne demektir? Ona karşı çıkacak ve onu Allah’a yakıştıramayacak ciddi bir kişi(!), önce bu lafızların ne olduğunu bulup getirmesi gerekmez miydi? Ama nerede?! Türkçedeki kullanılışıyla sadece menfilik taşımasından kalkarak soytarılık ve şaklabanlık yapmak ne kıymet ifade eder?! Bu, insan olanlara ne kazandırır?! Hiç … Öztürk, lügatlerden yahut ıstılahlara dair yazaılan eserlerden bir nakilde bulunmuyor. Aksine her zaman yaptığı gibi aktivistliğe kalkıyor. Kendi çalıp kendi oynuyor; havanda su dövüyor.
Lânet Kelimesinin Anlamları
Öyleyse biz şu kelime üzerinde biraz da olsa duralım…
Cevherî’nin Sıhâh’ının tercümesi olan Vankulî lügatinde, ‘la‘n’, hayırdan ırak itmek, ‘la‘net’ de onun (la‘n sıfatının) ismidir denilmektedir.
Bu kızarak uzaklaştırmak ve kovmak tabii ki, kelimenin lügat manasıdır. Bizim meselemizdeki şekliyle, Allah’ın birini kızarak hayırdan ırak etmesi kovması. Âsi ve günahkârı hayırdan kovup uzaklaştırması. En büyük suçluyu en büyük hayırdan kovup uzaklaştırması veya bunu kendinden bir şekilde istemesi. Öztürk’ün birilerine işittirip haber verme niyetiyle, Mustafa, şu vasfı taşıyanları, büyük hayırlardan kovup uzaklaştırdı diye haber vermesine benzer bir ifade.
Yahut ayar verme maksadıyla kendine seslenerek, Mustafa! Kalk, şu caniye cezasını kes; içinde bulunduğu yahut bulunmayı umduğu ve beklediği hayırdan onu uzaklaştır demesi gibi bir şey. Sadece ediplerin değil, edebiyattan haberi olmayan kaba saba kimselerin bile çok yakından tanıdığı ve kullandığı ince bir edebî üslûp.
Abdurraûf el-Münâvî şöyle diyor:
Lânet, manada, rütbede ve mekânda uzaklaştırma ve nihayet uzaklaştırılanın, vücudun el altına, nalın mevkiine düşmesi ve ayağını basan kimsenin zararıyla karşılaşacak hâle gelmesi demektir. Bunu Harrânî söylemiştir.
İbnu’l-Kemâl şöyle der: Lânet, Allah’tan, kulu kızarak uzaklaştırmak, kuldan da, bir kimseye veya bir şeye kızarak beddua etmek demektir.
Râğib da şöyle dedi: La‘n, kızarak kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Allah’tan, dünyada, (kulun, Allah’tan gelecek) feyz ve tevfikı kabulden kesilme(si), ahirette de (kulu) cezalandırmak, kuldan ise, başkasına beddua etmektir.
Semîn el-Halebî de Umdetü’l-Huffaz’ında benzer şeyleri söylüyor.
Elîf Efendi ise İslâm harfleriyle ama Türkçe olarak yazdığı en-Nûru’l-Furkan’da aynı manaları yazdıktan sonra; lânet, sebb (hakaret ve sövme) manasına da gelir demiştir.
Ayet ve hadislerden kalkarak, şer‘î ıstılah hâline getirilen bu lâfız, daha geniş bir ifadeyle şu manaya gelir: Allah’ın kâfirleri hayrından ve rahmetinden, bazı günahkâr mü’minleri de iyi kimselerin mertebesinden kovması ve uzaklaştırması yahut kullar tarafından, bunları yapmasını Ondan istemek. Şu hâlde lânet, Allah’ın, isyankâr kullarından bazılarını, suçları yüzünden rahmetinden yahut iyilerin iyi mertebelerinden uzaklaştırma ile cezalandırması demektir. Allah’ın en büyük rahmetlerinden biri şüphesiz ki, cennettir. Allah Teâlâ canileri rahmetinden -haşa- uzaklaştıramaz mı? Neden? Demek ki, Öztürk O’na bu hakkı tanımıyor!
Lânet… Suçsuzlara lâyık nimetlerden, en büyük suçları işleyenlerin mahkûm edilerek tart edilmesi, kovulması… Bir bakıma idam yahut müebbet hapis cezasına çarptırılanların, suçsuz insanların dünyada faydalandığı nimetlerin tamamından yahut çoğundan faydalanma mevkiinden kovulması suretiyle mahrum bırakılması cezası gibi bir şey…
Allah aşkına, buna kim karşı çıkabilir?! Konuşmasını bilmeyenler mi? Bu suçları savunan yahut işleyen veya onları irtikâp edenlere yataklık yapan yahut da yapmayı düşünen kimseler, öyle değil mi? Cinayetleri mahkûm etmemek ve canileri cezalandırmamak, onları mükâfatlandırmak ve suçsuzlara lânet etmek, yani onları Allah’ın rahmetinden kovmak değil de nedir?
Bedduâ mı Haber mi?
Dört: Doğrusu, otuzu mütecaviz yerde Allah’ın lânet etmesine dair inen ayetlerin tamamı haberdir. Beddua değildir. Birkaçında beddua ihtimali de bulunabilir. Öztürk, ayetlerdeki Allah’a izafe edilen lânetle beddua kastedildiği zan ve cehaletinden hareketle boş konuşmuş, cahillik yahut hainlik yapmıştır…
Evet, birkaç ayette, Allah sanki kendisine beddua izafe etmiş gibi ifadeler vardır. Dilerse eder… Kime ne?! Hangi haddini bilmez cahil imansız O’na neyi nasıl söyleyeceğini öğretecek?!
Bunun edebiyat ilminde izahları vardır. Kimine göre böyle beddua edin, demenin kestirme ifadesi… Hazif icazları dilde istemediğiniz kadar fazladır… Konuşmasını biraz olsun bilenlere bu gizli değildir. Evde cuma günü şu işi yaptın mı? diyene, evet, evde cuma o günü o işi yaptım diye cevap verecek yerde sadece yaptım demek gibi. Düşmanı yahut avı buldum ve vurdum deme yerine, sadece vurdum demek gibi. Deli olmayan cahillerin bile bildiği bu meseleyi bilmezden gelip Kur’ân’ı ve onu getiren Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemi karalama gayreti imansızlıktan başka neyle izah edilebilir?!
Devamı için tıklayınız…
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’ya izafeten yer alan lânet ve bedduâ ifadelerini nasıl anlamak gerektiğine yönelik edebî açıklamaların ardından; Allah’ı ve Kitabını kabul eden bir kimsenin, O’na lânet etmeyi yakıştıramamasının sebepleri üzerine ihtimallerin zikredildiği, reddiyenin devamı niteliğindeki 2. bölüm için tıklayınız.
Dokuz ayrı bölümden oluşan reddiyenin diğer başlıklarına aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz:
1- Rahmân Olan Allah Lânet Eder mi? Allah’ın Lânet veya Bedduâsı Ne Anlama Gelir?
2- Allah Teâlâ’yı ve Kitabını Beğenmeyenler!
3- Yunan Efsanelerinden Hareketle Allah ve Resûlü’ne Büyük İftira!
4- Allah Teâlâ Sevmez ya da Gazap Etmez mi?
5- Rahmet ve Merhamet Allah Teâlâ’ya Yakışmaz mı?
6- Övünmeyi Yasaklayan Allah Teâlâ Kur’ân’da Neden Övülüyor?
7- Sorgulama mı Yoksa Allah ve Rasûlü ile Muharebe mi?
*- Kur’ân Gelmeseydi, Durum Daha Kötü Olmaz mıydı?
*- Şifâ Olan Kur’ân, Kendisiyle Sapıtanlara Neden Şifâ Olmuyor?
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin