Ayasofya ile ilgili iddiaları ele almayı plânladığımız serînin, “Haçlıların Ayasofya’ya Genel Ev Muamelesi Yaptığı İddiası” başlıklı ilk makalesinin ardından devam ediyoruz…
Ayasofya’nın tarihi anlatılırken, temellerini atan anlayışın Hazreti İsa’ya inzal buyurulan hak dine bağlı, o devre ulaşan tevhîdî düşünceye dayalı bir anlayış olduğu yönünde birtakım iddialar öne sürülür. Aryanizm’in tevhîd eksenli bir inanış olduğu kabulünden neşet ettiği söylenebilecek bu iddiaların doğruluk payı bulunduğu ifade edilebilir. Bu iddiayı pek çok kişi dile getirmiş olmakla birlikte, daha açık ifade edenlerden biri olduğundan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun sözlerine yer vermek istiyoruz.
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, kitaplarından birinde Ayasofya’yı pagan Roma kadîminin simgesi olarak değerlendirmesine rağmen,[1] televizyon programında farklı olarak şöyle tanımlamıştır:
“(Kurtuba Camii’ni katedrale dönüştüren anlayışla aramızda) teolojik açıdan şu fark var: İslâm dini kendisini son din olarak kabul ettiği için kendisinden önceki tüm mekânları cami kabul etmiştir. Yani Hazreti Süleyman mabedi Müslümanlar için Hazreti Süleyman’ın mabedi olmak bakımından Müslümanlarındır, Sinagog değil mesciddir orası. (…) Dolayısıyla Müslümanlar o mescidi Hazreti Süleyman mescidi olarak ihya ettiler. Ayasofya’yı da İsevîlik döneminden gelen bir mekân olarak bir süreklilik içinde [camiye dönüştürdük (Vurgu bize ait].”[2]
İstanbul’un Kısa Tarihi ve Beşiktaş-Haydarpaşa-Yenikapı Kazıları
Mevcut tarihî verilere bakıldığında İstanbul’un tarihinin MÖ. IV. asra kadar gerilere gitmekle beraber, MÖ. VII. yüzyıla dayanan köylere ait bazı bulguların da tespit edildiği görülür. Bu yerleşik bilgilerin hâricinde; Haydarpaşa, Yenikapı ve özellikle Beşiktaş’ta devam eden kazı çalışmalarının mevcut tespitleri değiştirebileceğine, Güney Doğu’dan (Göbeklitepe çevresi) aldığı göç üzerinden yapılan saptamalara da uygun olarak şehrin tarihine ilişkin hâlihazır malûmatı 8 bin beş yüz sene kadar derinleştirebileceğine vurgu yapılır.[3]
Şehrin ilk kuruluşuna yönelik, MÖ. 659’da tanrı Zeus’un torunu tarafından temellendiği bilgisi, devrin inanışının pagan tandanslı olduğuna delâlettir. Sonraki dönemde Atina-Sparta mücadelesi neticesinde Spartalıların eline kaldığı, dolayısıyla bu dönemi de pagan gölgesinde geçirdiği anlaşılır.
Şehrin 323’te Konstantin’in (ö. 337) eline geçtiği, 324’te kâmilen kurulduğu ve 11 Mayıs 330’da günlerce süren merasimlerin ardından açıldığı göz önünde bulundurulduğunda, dinî haritasını Hristiyanlığın resmî din olarak kabulünün şekillendirdiği tespit edilir. Nitekim IV. asrın sonunda nüfusun 200 bini aştığı malûmatı da konumuz açısından ayrıca önem taşır.
İlk Ayasofya’nın İnşası Devrinde İstanbulluların[4] Dinî Durumu
Bilinmelidir ki insan nüfusunun belirli bir yoğunluğa ulaştığı her bölgede muvahhid damara bağlı insanlar her daim var olagelmişlerdir. Bu itibarla, İstanbul’un da bu zümreden mahrum kalmadığı pekâlâ ifade edilebilir. Kadîm şehirde o kimliğe sahip olanların kimler olduğunu net olarak bilemesek de Ebiyonitlerin[5] ve Elkasilerin[6] varlığı ihtimal olarak zikredilebilirken, söz konusu Aryüsçüler olduğunda ihtimalin ciddi şekilde güç kazandığı düşünülebilir.[7]
Hatırlamak lâzımdır ki, günümüzde ayakta duran yapı her ne kadar 3. kez inşa edilen bina olsa da inşaatı “Pavlus Kristolojisi” olarak tanımlanan “teslisçi Hristiyanlık” inancını imparatorluğun resmî dini ilân eden ve aynı zamanda şehrin de kurucusu olan I. (Büyük) Konstantin’in (ö. 337) emriyle başlamıştır. İmparatorluk nezdinde yapılan ilânın gerçekleştiği tarihten itibaren tebaada yerleşik şekilde karşılık bulmadığı da bilinen bir durumdur. Bazı müellif ve muharrirler tarafından “Hazreti İsa’nın ilâh değil insan olduğunu savunan inanç” şeklinde takdim edildiğine sıklıkla rastladığımız “Aryüsçülük” olarak anılan inanış ve kabul çizgisinin, dönemin İstanbul’unda hayli yaygın olduğuna yönelik vurgularla karşılaşabilmek mümkündür. Hatta bazı imparatorların teslis akîdesini benimsemediği bilgisi kayıtlıdır.
Günümüzde ayakta olan mabedi bina ettiren I. Justinainos (ö. 565) devrine gelinceye kadar toplanan birden fazla konsil, konumuzun neticeye bağlanması açısından ayrı ve önemli birer dönüm noktası özelliği taşır. Bu devrede Aryüsçülük mühim bir nirengi noktasıdır. II. Konstantin’den (ö. 340) sonra tahta çıkan Valens (ö. 378) ve diğer bazı imparatorların “Aryüsçü” olduğu türünden notlara rastlayabilmek de imkân dâhilindedir.[8] Bununla beraber, imparatorluğun bahsettiğimiz devresinde “Ortodoks” olarak nitelendirilen inanış ve kabule uygun düşmeyen türden inanışlara sahip zümrelerle çetin mücadelelere girişildiği de bilinen bir gerçektir.
Nitekim 381’de İstanbul’da toplanan II. Genel Konsil’de Aryüsçü akım üzerine çizik çekilmiş ve oğulun da ezelî tanrı olduğu inancı kabul edilmiştir. 388’de ise Putperestlik tamamen yasaklanmış ve 431’de Efes’te toplanan III. Genel Konsil’de Monofizit (Hazreti İsa’nın hem beşerî hem ilâhî özelliklere sahip olduğu fakat ilk hâlin ikinciyi absorbe ettiği) inanç ağırlığını koymuştur. 451’e gelindiğinde Kadıköy’de toplanan IV. Genel Konsil’de Pavlus Kristolojisi nihayetinde bariz bir galibiyetle benimsenmiştir.
Bütün bu verilerden hâsıl olan ve özellikle bânîlerin durumundan yola çıkılarak varılan neticeye göre, Ayasofya’nın ilk ve ikinci inşasında tevhîde dayalı bir anlayıştan bahsedebilmek pek mümkün gözükmemektedir. Yapıyı 3. kez inşa ettiren ve günümüzde ayakta bulunan yapının da bânîsi olan I. Justinianus’un (ö. 565) Ortodoks anlayışa sahip “Aziz” unvanını taşıyan bir kimse olduğu dikkate alındığında, tevhîd eksenli bir düşünceden bahsedebilmenin bu inşa süreci için de mümkün olmadığını ifade etmek gerekir.
Aryüsçülük Nedir, Ne Değildir?
Pavlus yorumu çizgisindeki teslis inancının resmî olarak kabulünün ardından Aryüsçülere yönelik yaptırımlar, -bugünkü değerlendirmelere göre- Arius’un Hazreti İsa ile ilgili inanç ve kabulünün sanki mevcut teslis inancının tam karşısındaymış gibi algılanmasına sebep olmuş gibidir. Oysaki Arius’un mektuplarından yansıyan düşünce dünyasına yakından bakıldığında, Hazreti İsa’ya “tanrı” özellikleri atfetmekle birlikte, Pavlusçu Teslis inancına aykırı olarak, varlığının ezelî olmadığı kanaatine sahip olduğu anlaşılmaktadır.[9]
Evet, Aryüsçülerin, Hazreti İsa’nın Allah Teâlâ ile tümleşik bir tanrı olmayıp peygamber olduğunu tasdik ettikleri doğrudur. Lâkin aşkın bir ilâh inancına sahip olmaları hasebiyle Allah Teâlâ ile Hazreti İsa’nın aynı özden olmadığı düşüncesini benimsemekle beraber, bir aracı tanrı kabulüne de evrilmiş ve böylece Hazreti İsa’ya bir tür ulûhiyet atfetmiş oldukları tespiti de önemle değerlendirilmelidir.[10]
Esasında benzer duruma, Arius’un öncüsü olarak nitelendirilebilecek Tertullianus (ö. 160), Theodotos (ö. 200’den sonra), Samosatalı Paulos (ö. 275) ve Lucian’ın (ö. 312) gibi teologların düşünce dünyasında da rastlanabilmektedir. Münhasıran Tertullianus (ö. 160), Hazreti İsa’nın, Allah Teâlâ ile aynı özden olmayıp farklı bir varlık olduğunu kabul etmekle beraber, ezelî özdeşliği ve eşitliği reddetmekte fakat “tek şahsiyette iki tabiat” formülasyonundan da anlaşılacağı üzere, bir tür birlikteliği savunmaktadır. Arius ile onun inanış ve kabulleri arasındaki temel fark da burada ortaya çıkmaktadır.[11]
Hülâsa; Dinler Tarihi, bahusus Hristiyanlığın tarihi ile ilgili araştırmalarda Aryanizmi Pavlus Kristolojisinin karşısında konuşlanmasından dolayı teslis inancındaki şirk unsurlarından arî bir inanç sistemi olarak değerlendirme konusunda katî tespitlerden uzak durmak daha doğru gibi gelmektedir.[12]
Elimizde, Arius’un mektuplarını irfanî açıdan değerlendirebileceğimiz bir kavram bilgisi de mevcut değildir. Dolayısıyla, Hazreti İsa ile ilgili kabullerinin, bizim bilhassa sufilerimizin zihninde var olan “Nûr-i Muhammedî ve Hakikat-i Muhammediyye”[13] kabulünün Hazreti İsa merkezli paralel bir varyantı mı olduğu yoksa onu tamamen aşan, şirk unsurları ihtiva eden bir inanç versiyonu mu olduğu hususunun tespiti pek mümkün görünmemektedir.
Karşı karşıya bulunduğumuz bu durumu analiz ederken, her konuyu en ince ayrıntısına kadar tetkik eden, varlık konusuna ilişkin meseleleri kavramları ve delilleriyle mümkün olduğunca açık şekilde ortaya koyan ve bizlere safî bir düşünce dünyasını miras bırakan Usûl-i Dîn âlimlerimizi de hatırlayıp yâd etmeyi bir borç bilmek zorundayız.
Bir Başka İhtimal!
İstanbul’un tarihi ile ilgili bilgiler serdedilirken, Güney Doğu’dan gelen göç hareketine yol olduğu ve bu göç dalgasının başlangıcının MÖ. 8 binlere tekabül ettiği belirtilir. İnsanlık Balkanlara ve Rumeli’ye bu kadîm şehirden geçip intikal etmiştir.
O kadar eskiye tarihlenmese de benzer bir zapta Seyahatnâme sahibi Evliya Çelebi de işaret eder ve devamında şehrin kâmilen kuruluşunu Hazreti Süleyman’a kadar götürüp kendisinin Sarayburnu’ndan Topkapı Sarayı dolaylarına (yani İstanbul’un 1. Tepesine) bir dizi eser inşa ettirdiğini kaydeder.[14]
Kadîm yapılarda; cami olarak kullanılmışsa, asırlarca ibadethane olarak hizmet vermenin kazandırdığı maneviyatla, giren hemen herkesi etki altına alan muazzam bir hava hâkimdir. Bu genel hissiyatın dışında, Ayasofya daha bir büyüleyicidir ki bu durumu sadece bahsettiğimiz manevî tecrübe ve sirayet ile açıklayabilmek de pek mümkün değildir. İyi niyetli tarih anlatıcılarının tespit etmeye çalıştığı gibi özünde farklı bir durum olma ihtimali; manevî hissiyat ile örtüşmesinin yanı sıra akla ve tarihî verilere de uygun düşmektedir.
Muhtemeldir ki, Aryüsçü yazıların toplanıp yakılmasını emrettiği[15] I. Konstantin’in (ö. 337) temellerini attığı, pagan temalı Hristiyan anlayışla inşa edilen ve sonradan yine aynı inanç ve zihniyetle vücut bulan Ayasofya’nın Romalılar ayak basmadan önceki temellerinde bir tevhîd damgası, bir peygamber hatmi belki de Hazreti Süleyman’ın mührü vardır.
Şimdilerde 1. Ayasofya’nın izlerine dahî ulaşılabilmiş değildir ama yazılı kaynaklara bakıldığında I. Konstantin’in (ö. 337) şehri kâmilen inşasından ve ilk Ayasofya’nın inşa talimatını verişinden evvel de aynı yerde -pagan tandanslı- bir tapınak olduğu bilgisi kayıtlıdır.[16] Belki de gün gelecek hem onun hem de ondan çok daha önceleri inşa edilmiş olan ana yapının kalıntılarına ulaşabilmek mümkün olacaktır.
Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu bilen sadece Allah Tebâreke ve Teâlâ’dır.
Dipnotlar
[1] Ahmet Davutoğlu, Medeniyetler ve Şehir, Küre Yayınları, İstanbul, 2016, 8. Basım, s. 242.
[2] Fatih Altaylı’nın hazırlayıp sunduğu 12 Temmuz 2020 tarihli Teke Tek programında Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun açıklamalarının yer aldığı geçerli zamana erişim için bkz. https://youtu.be/kIS3Ba8MLJU?t=549 (e.t. 23.09.2020)
[3] Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın, 27 Ekim 2019 tarihli Teke Tek Programında yaptığı açıklamalar büyük önem taşıyor: https://www.youtube.com/watch?v=ugswEbGZEQU (e.t. 23.09.2020)
[4] Kadîm şehir İstanbul’u pagan kimliğiyle tavsif ederek Konstantinopolis olarak anmaktansa anakronizme düşmeyi yeğleriz.
[5] Ebiyonitlerin, Hazreti İsa’nın annesi Meryem validemizden mucizevî bir şekilde doğmadığı, Yusuf ile birlikteliğinden dünyaya geldiği yönünde bir görüşe sahip oldukları itirazı gelebilirse de bu noktada iki kola ayrıldıklarını, kollardan birinin mucizevî doğumu tasdik ettiği hususu hatırlanmalıdır.
[6] Elkasiler hakkında kaynaklardan süzülen bilgiler Hıristiyanlıkla ilgili bir doktora tezinde şöyle kaydedilmiştir: “Patristik literatürde zikredilen Yahudi-Hıristiyan gruplardan biridir. Trajan’ın hâkimiyeti döneminde ortaya çıkmıştır. M.S. 100’de Elkasi tarafından kurulmuştur. Ebionlar’la ilişkileri sonucu onların özelliklerini benimsemiş, Ebion tipi bir Hıristiyanlıktır. Bu grubun genel özellikleri ise şunlardır: İsa bir peygamberdir; Pavlus’u kabul etmezler; Şeriat’ı yerine getirirler; bekârlığı reddederler ve evliliği mecbur tutarlar; bakireden doğuma önem vermezler. Bkz. Muammer Ulutürk, Hıristiyanlıkta Havariler, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Dinler Tarihi Bilim Dalı Doktora Tezi, Konya, 2005, s. 39.
[7] Muhammed Ebû Zehre (v. 1974) de Aryüsçülük ve Arius’un öncüsü olarak zikredilen şahısların inancının Hazreti İsa’ya inzal buyurulan hak dinin bir uzantısı olduğu tespitini aktaranlardandır. Bkz. Muhammed Ebû Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, trc. Akif Nuri, Fikir Yayınları, İstanbul, 1978, s. 237-238 ve 257-258.
[8] 3. İmparator Julianus’un (ö. 363) yetişme çağlarında Arius’un görüşlerini benimseyen akrabaları tarafından yönlendirilmeye çalışıldığı fakat onun zamanla Mitolojiye olan ilgisinin de etkisiyle pagan inancında karar kıldığı belirtilmektedir. İmparator Jovianus (ö. 364) ise Aryüsçülere karşı sert tutum takınmadığı belirtilen, Ortodoks anlayışa sahip bir Hristiyan olarak tanıtılmaktadır. İmparator Valentinianus (ö. 375) Hristiyan olarak kaydedilmektedir.
Aryan olarak belirttiğimiz Valens’in ardından gelen imparatorlar döneminde artık Aryüsçülük gittikçe merkezden uzaklaştırılmış, I. Theodosius (ö. 395) döneminde ise teslis akidesi yaygınlaştırılmakla birlikte, pagan uzantısı inançlar tamamen yasaklanmıştır. 2. Ayasofya’nın bânîsi II. Theodosius (ö. 450) da Ortodoks anlayışa sahip bir Hristiyan olarak anılmaktadır. Pulcheria (ö. 453) da Aryüsçülere sempati duyan, soruşturmaları yumuşatan bir imparator olarak dikkat çekmektedir. “Kıztaşı Sütunu” olarak bildiğimiz eseri diktiren Marcianus (ö. 457), detaylarını daha önce kaydettiğimiz Monofizit görüşü resmî olarak hükümlendiren imparator olarak dikkat çekmektedir. I. Leo’nun (ö. 474) Aryüsçülerin etkisi altında bulunduğu belirtilmektedir. Mauricius (ö. 610) Kalkedon Amentüsü olarak ifade edilen, Kadıköy konsilinde belirlenen inanışa sahip biri olarak temayüz etmiş ve ondan sonra da bu inanç imparatordan imparatora biraz daha yerleşmiştir.
[9] Kristolojiler ve sistematik mukayesesi için bkz. Zafer Duygu, Hıristiyanlığın Erken Yüzyıllarındaki İsa Teolojisi Tartışmalarında ‘Dinamik Monarşiyanist’ Akıma Özgü ‘Monoteist’ Kristoloji ve Bunun ‘Ebionit’ Kristolojiyle Mukayesesi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sy. 31, Nisan 2018, s. 340-341.
[10] Arius ve inanç-düşünce-kabul sistemiyle ilgili kapsamlı bir çalışma için bkz. Bilal Baş, Bir Hristiyan Mezhebi Olarak Aryüsçülük, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1999, s. 78-80; Bilal Baş, Monoteist Bir Hıristiyanlık Yorumu: Aryüsçülük Mezhebi, Divan, Sy. 2, 2002, s. 199.
[11] Bilal Baş, Bir Hristiyan Mezhebi Olarak Aryüsçülük, s. 30.
[12] Arius ve inanç-düşünce-kabul sistemiyle ilgili kapsamlı bilgiler için, makale boyunca atıfta bulunduğumuz Bilal Baş’ın ilgili tezi dikkatle incelenmelidir.
[13] “Nûr-ı Muhammedî ve Hakîkat-i Muhammediyye” mevzuunun mâhiyeti, aklî ve naklî îzâhı için bkz. Ebubekir Sifil, Levlâke Rivâyeti ve Nûr-ı Muhammedî Meselesi, https://ebubekirsifil.com/dosya/levlake-rivayeti-ve-nur-u-muhammedi/page/2/ (e.t. 8.10.2020)
[14] Evliyâ Çelebî, Seyahatnâme (Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi), Haz. Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı, YKY, İstanbul, 2008, 5. Baskı, I/6-8.
Evliyâ Çelebî ve Ayasofya denildiğinde zihne hücum eden ilk detayların başında, konunun Hızır aleyhisselâm ile ilgisi gelir ki bu konu programlarda çok fazla dile getirildiğinden temas etme ihtiyacı duymadık. (Detaylar için bkz. 1/85-86)
[15] Bilal Baş, Monoteist Bir Hıristiyanlık Yorumu: Aryüsçülük Mezhebi, Divan, s. 175.
[16] Hasan Fırat Diker, Belgeler Işığında Ayasofya’nın Geçirdiği Onarımlar, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimleri Enstitüsü Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı Türk-İslam Sanatları Programı Doktora Tezi, İstanbul, 2010, s. 7-8.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin