İkaz etme ve farkındalık oluşturma gayesiyle referanssız ve izahsız bir anlatım şekli tercih edilmiştir.
Nuh Aleyhisselâm Kur’ân-ı Kerîm’de ulu’l-azm (Azîm sahibi) peygamberlerden olarak anılan hatta hakkında müstakil bir sure bulunan büyük bir peygamberdir. Kıssasında bizler için hayatımıza yön verecek ibret ve nasihatler vardır.
O, gelişmiş fakat tevhidden sapmış bir kavme peygamber olarak gönderilmişti. Tebliğ ve uyarılarına büyük bir sabırla, dokuz yüz elli sene kadar devam etmişti. Buna rağmen kavmi onu yalanlayınca, Allah Teâlâ bu yüce peygambere bir gemi yapmasını emretmişti.
Gemiyi tamamlayıp da tebliğini kabul edenleri ve hayvanlardan çiftleri gemiye alınca her yanı su basmış ve gemiye binenler kurtulmuş, binmeyenler ise helâk olmuşlardı. Hatta boğulanlar arasında Nuh Aleyhisselâmın oğullarından biri de yer almıştı. Tufan aylarca devam ettikten sonra durmuş ve gemi bir dağın tepesine oturmuştu. Neticede o, ikinci Âdem, yani insanlığın babası konumuna gelmiş, bütün kavimler onun nesebine bağlı kılınmıştı. Nihayetinde o da ömrünü tamamlayıp dünyadan ayrılmıştı.
Sular İkinci Nuh Tufanı İçin Yükseliyor
En kısa anlatımla işte böyleydi Nuh Aleyhisselâmın kıssası. Zannederiz ki yeni tufan kapıda ve sular da anbean yükselmektedir. Bunları söylerken yanlış anlaşılmak da istemeyiz. Nuh Aleyhisselâmın tufanı da dâhil olmak üzere, hermenötik okuma biçimi doğrultusunda Kur’ân kıssalarıyla ilgili ortaya atılmış olan demitolojizasyon iddialarını kabul edenlerden değiliz. Bilâkis bu yolla Kelâmullah’ın Allah Teâlâ’ya nispeti ve ezeliliği konusunda bırakın inkârı, şüphe taşıyan kimselerin dahi küfrüne kaniyiz. Bununla beraber, ikinci tufanın insanların maddî olarak suda boğulacağı türden bir tufan değil, ebedî hüsrana uğramaları yönünde manevî bir tufan olacağı kanaatindeyiz.
İnkâr Edenler Değil Tabiiyet İddia Edenler Boğulacak
Kökleri dışarıda olan birtakım şahıs ve cemaatlere bağlı kalıp çözümden ve asıl düşmanın konumundan uzaklaşırken, yeni yeni proje ve oyunların ağına düşmekten de kurtulamıyoruz. Oysaki karşı karşıya bulunduğumuz itikadî tehlikelerin hemen tamamı aynı adresten yönetiliyor. “Dinler Arası Diyalog”, “İbrahimi Dinler” gibi slogan ve batıl davalara daima bir yenisi ekleniyor. Gündemimizdeki sıcak dalâlet: “Deizm”. Din mensuplarını içeriden vurabilmek için ortaya atılmış olan ideoloji ise “Nuhilik”.
Bu ideoloji temelde Yahudilerin ellerinde tuttuğu muharref Tevrat’a dayanır. Bu öğretiye göre, Nuh Aleyhisselâma indirildiği varsayılan; ikisi Tevrat’ın “Tekvin” babında yer alırken kalan kısmı Rabbiler Tekvinin tefsiri olan Bereşit Rabah’ta açıklanan ve Halakhah’ta da kayıtlı bulunan yedi esastan oluştuğu ifade edilir. Bu esasların, asırlar öncesinden itibaren planlanıp arada bir uygulamaya konulmaya çalışılan “Ortak Din” anlayışına uygunluğu son derece manidar, bilhassa ülkemizde, tevarüs etmiş olduğumuz inanç ve değerlerimizi hedef edinmiş “Mealizm” ve “Tarihselcilik” anlayışlarıyla son tahlildeki ittifakı da son derece düşündürücüdür.
Nuh Aleyhisselâma indiği kabul edilen esaslar arasında; putperestlik, küfür, zina, kan dökme, hırsızlık ve canlı hayvanlardan et koparıp yeme gibi işlerden sakınmaya dair hususlar bulunur. Tüm ilişkilerde adaletli olmak ve dürüstlüğü benimsemek, yani evrensel ahlâkî değerler olarak ifade edebileceğimiz ilkelere bağlılık da bu kapsam dâhilinde zikredilir. Problem, bu esasların Nuh Aleyhisselâma nispeti değil, ona tabiiyetin bunlarla sınırlı görülmesi ve “din-şeriat” olarak tanımladığımız alanın berhava edilmesidir.
Geçmişte nasıl ki Nuh Aleyhisselâmı yalanlayanlar ebedî hüsrana uğramışlarsa, necat bulmak için, ona indiği belirtilen esaslara riayetin yeterli olacağına, son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa Sallâllâhu Aleyhi ve Sellemin risâletini tasdik etmeye lüzum olmadığına yönelik düşünceleri benimseyenler, yani Nuh Aleyhisselâma tabiiyet iddiasında bulunanlar tufana kapılıp ebedî felâkete duçar olacaklardır.
Yahudi İnancı ve Nuhilik
Yahudiliğin ve kendisini Yahudi olarak tanımlayanların diğer dinlere ve din mensuplarına bakışı hakkında birden fazla yorum söz konusudur. Hatta “Yahudi kimdir?” sorusuna cevap bağlamında, bunu yalnızca Yahudi bir anneye neseben bağlılık şartıyla açıklayanlar olduğu gibi, manevî bir aidiyet konusu olduğunu savunanların varlığını da hatırlamak gerekir.
Bu yorumların birden çok oluşu elbette farklı mezheplerin varlığı ve duruşuna bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Yahudi mezheplerinin yaygın olanlarında Yahudiler dışında kalan insanlar genellikle iki grupta mütalaa edilirler. Daha önce zikretmiş olduğumuz esasları kabul edenler, yani Nuhiler ve bu esasları kabul edenlerin dışında kalanlar, yani goyimler olmak üzere…
Bu sınıflandırma ilk bakışta, Yahudilerin en azından kendilerinden olmayanlara da bir tür ebedî kurtuluş kapısı araladıklarını çağrıştırıp kendileri dışında kalan kesimi gerektiğinde malı ve canı helâl, İsrail Oğullarına hizmetkâr kimseler olarak gördükleri yönündeki kanaatten daha sempatik bulunabilir. Oysaki İbn Meymun (ö. 601) ve kadim Yahudi âlimlerinin bu noktadaki görüşlerine bakıldığı takdirde bu yaklaşımın müslümanları ve Tevrat’ı tasdik etmeyen monoteistleri kapsamadığı tespit edilmektedir. Yani Nuhi olarak kabul edilmenin şartı, Tevrat’a iman edip söz konusu yedi emri Tevrat üzerinden tasdik etmekle mümkün olabilmektedir.
Gerek reformist Yahudilik, gerekse de zuhur eden yeni birtakım akımların konunun bu boyutunu farklı yorumlamış olmaları, İsrail devletinin organizatörlüğü ve merkeziyetçiliğinde gelişen Yahudi yayılmacılığının kabulleri karşısında pek de bir değer ifade etmemektedir.
Küresel İdeolojik Boyut
Kadim Yahudi mezheplerinin etkin olan kısmında bulunduğunu ifade ettiğimiz Nuhi algı bilhassa 20. asrın ikinci yarısından itibaren Avrupa ve ABD’de gelişen ve zamanla İsrail tarafından da benimsenen bir ideolojiye dönüşmüştür. Menachem Mendel Schneerson (ö. 1994) adlı Ortodoks-Yahudi olan ve Hasidik anlayışı benimseyen bir haham tarafından ideolojik zeminde geliştirilen hareket, önemli desteklerle farklı din mensupları arasında da yayılım imkânı bulacak şekilde büyütülmüş ve geliştirilmiştir. Öyle ki Kudüs’te resmî olarak hayata geçirilen ve Rabbin Konseyi tarafından idare edilen bir Nuh Akademisi de planlama ve faaliyetlerini hâlen yürütmektedir.
Kısa Bir Tarihçe
Kendilerini “Nuh’un Oğulları” olarak tanımlayan hareketin tarihî serüveni özetle şöyle gelişmiştir…
ABD bu ideolojiyi 1951 senesinde destekleme kararı aldı. 1980’de Haham Meir Kahane (ö. 1990), Nuh Aleyhisselâmın yedi esasıyla ilgili ilk konferanslardan birini tertip etti. 1990’da Teksas’ta “Birinci Uluslararası Konferans” toplandı. Bu esasları benimseyen ve misyon olarak yüklenen sosyal yardım kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları da aktif olarak faaliyete başladı. 1991 senesinde dönemin başkanı Busch, ilgili bildiriyi imzalayarak bu öğreti doğrultusunda “Eğitim Başkanı” ilân edildi ve toplumun refah ve huzura bu evrensel ahlâkî esasları benimseyip bağlı kalarak ulaşabileceği fikrinde ittifak sağlandı.
2006 senesinden itibaren müslümanlara ve diğer din mensuplarına, Nuh Aleyhisselâmın öğretileri olarak tanımlanan hususlar tebliğ edilmeye ve tebellüğ ettirilmeye başlandı. Galilee ve Shfaram yerel yönetimleri bildiriyi kabul etti. 2007 senesinin mart ayına gelindiğinde ise aralarında; Polonya, Letonya, Meksika, Panama, Gana ve Japonya’nın bulunduğu birçok ülke bu bildiriye Chabad-Lubavitch adlı sosyal yardımlarıyla sempati uyandıran mistik hareketin girişimleri neticesinde “Büyükelçilik” düzeyinde katılım sağladı. Bildiri aynı senenin nisan ayında Fransa’da da Cumhurbaşkanlığı (Sarkozy) seviyesinde muhatap buldu. 2 sene önce ise İsrail’de Yahudiler dışında ikamet edebilecek tek kesimin Nuh Aleyhisselâmın yasalarını kabul edenler olacağı zaten ilân edilmişti. Bu durum, bilhassa Siyonistlerin de bu yapıyla beraber hareket ettiğini göstermesi açısından mühimdir.
Böylesine organize bir hareketin bu topraklarda savunuculuğunu yapan kişi ve grupların bulunmaması sosyal açıdan da, ülkemizin coğrafî, stratejik ve jeopolitik açısından da akla son derece uzak gelmektedir. Nitekim harekât için neden beklendiği hiçbir zaman izah edilemeyecek olan ve son günlerde gündemi tamamen işgal etmiş bulunan Adnan Oktar “cemaat” yapılanmasının, bu hareketin memleketimizdeki temsilcilerinden biri olduğu da yüksek sesle dillendirilmektedir.
Adnan Oktar’ın Nuhilik Alâmetleri
Adnan Oktar’ın görüş ve tavırları Nuhilik düşüncesi bağlamında değerlendirildiği takdirde söz konusu iddia isabetten pek de uzak görünmemektedir. Gençliğinde “şeriatçı” bir zihin dünyasına sahipken sonradan bu -Nuhi- anlayışa uygun bir zihniyet evrimi yaşamış olması ve bir grup olarak ortaya çıkışının mezkûr anlayışın ideolojik zeminde yayılmaya başladığı senelere tekabül etmesi de bu noktada önemli göstergelerdir.
Materyalizm ve Darvinizm gibi monoteist düşünceyle problemli olan akımlarla mücadeleyle işe başlama tercihi, Mason karşıtı görünüp de ülkemizde masonların tanınması ve ne kadar güçlü olduklarının kabulüne yönelik hizmetleri, Mehdiyet ve Mesihiyet gibi unsurları istismarı ve yaşam tarzını daha çok Tevrat ve Yahudi kaynaklarıyla refere etmesi bahsetmiş olduğumuz yapının sadık bir hizmetkârı olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. (Müridlerin beyanına göre,) namaz kılmaması, kılmayı tercih edenlere de Kur’ân-ı Kerîm’de namazın 2 rekât olduğunu belirtip bunu tavsiye etmesi ve oruç tutmaması da hesaba katılması gereken hususalardandır.
Adnan Oktar’a göre, bütün iyiler cennete girebilecek, yani ebedî kurtuluşa erebilecektir. Ehl-i Sünnet’e aykırı bir şey yazıp çizmemeye özen gösterdiği dönemde kendisinde görülebilen tek kırılma da bu noktadadır. Zira o dönem, günahkâr mü’minlerin cehenneme girmeleri ve burada bir süre kalıp da cennete dâhil olmaları gibi bir durumun söz konusu olmayacağını savunmuştur. Bu savunu ve inkârının geniş bir “ehl-i necât” inancına dayandığı da açıktır. Öyle ya, günahkâr mü’minler için dahi cehenneme girebilme gibi bir durum mevzu bahis olurken, mü’min olmayanların kurtuluşundan bahsedebilmek nasıl mümkün olabilirdi ki?
Aynı Bataklığın Mahsulleri: Deizm, Masonluk, Nuhilik, Mealizm ve Tarihselcilik
Mealistler, vahyin mahiyetiyle ilgili kanaatleri sebebiyle tarihselcileri sert tenkit ederler. Tarihselciler de onlara en sert eleştirileri yöneltirler. Masonluğa her iki grup da –ideolojik ve siyasî yapısı sebebiyle- karşıdır. Deizmden ise bazıları rahatsız olurken, bazıları herhangi bir rahatsızlık hissetmezler. Lâkin hepsinin ortak bir yanı vardır ki, dinin; devlet yapısına, devletlerin devletlere karşı pozisyonuna, tebaanın tebaa ile (fertlerin diğer fertlerle) münasebetine ve sosyal hayatın (fertlerin cemiyetle olan münasebetinin) nizamına yönelik hükümleriyle hasımdırlar. Hareket noktaları ve yöntemleri farklı olsa da, dinin ahkâmına bağlı nizamını devre dışı bırakıp hayatın dışına iterler.
İslâm Ahkâmı ve Mezkûr Yapıların Tavrı
Masonluğun dünya düzeni için uygun gördüğü inanç sistemi deizmdir. Buna göre, bir yaratıcıya inanmak vardır; fakat kurulması planlanan dünya düzenine engel olabilecek her türlü sistem, bilhassa dogmalardan oluşan dinî sistemler ortadan kalkmalıdır.
Yahudilik ve Hristiyanlık için geçtiğimiz asırlarda Avrupa merkezli ortaya atılan fikir akımları da buna hizmet etmiştir. Bu tepkisel felsefî akımlar, Yahudilik ve Hristiyanlık içerisinde gerçekleştirdikleri reformu İslâm’a da tatbik etmek için harekete geçmiş, bu noktada doğuya saldıkları müsteşrik ve oryantalistler gibi, içeriden bazı şahısların çalışmalarını da öne sürmüşlerdir.
Günümüzde revaçta olan, yöntem açısından çatışan ve birbirine zıt gibi görünen mealizm ve tarihselcilik akımları tam da bu anlayışa hizmet etmektedir. İslâm devletinin tatbik etmesi gereken ve Allah Teâlâ’nın insanlara hudut olarak tensip buyurduğu hususlar, gerek mealizm, gerekse de tarihselcilik yoluyla berhava edilmektedir.
İslâmiyet’in kamu düzenini sağlama gayesiyle vaz’ etmiş olduğu ukubat ve sosyal hayatın idamesi için vaz’ etmiş olduğu muamelât alanına dair hükümler, her iki akıma göre de kullanım dışıdır. Ahkâma müteallik hükümler mealciler tarafından kelimelerin lügat manasından hareketle, Hazreti Peygamber Sallâllâhu Aleyhi ve Sellemin ve Sahâbe-i Kirâm Radıyallâhu Anhumun anlayıp tatbik ettiğinden çok farklı algılanmakta ve adeta yaptırımdan, bağlayıcı olmaktan ve maksadından tamamen uzaklaştırılmaktadır. Bu apaçık bir tahriftir. Neticede varılan nokta, dinî olan hükmün ortadan kalkması ve seküler devletin hükmünü tatbik edebileceği bir boşluğun açılmasıdır.
Mealci, İslâm ahkâmını bu şekilde dinin ve hukuk sisteminin dışına iterken, tarihselci de kelimelerle oynadığı ve tarihî verileri yok saydığı gerekçesiyle mealciyi tenkit etmekle beraber, ahkâmın tarihsel bir bağlamı bulunduğundan hareketle; günümüzde uygulama imkânının ortadan kalktığını ya da alternatif cezaların da aynı maksadı hâsıl edebileceği düşüncesiyle uygulamaya gerek kalmadığını savunmaktadır. Neticede tarihselci de farklı bir yöntemle hareket etmesine rağmen melaciyle birleşmekte ve semavî ahkâmı hukuk sisteminin dışına itip özlemini duyduğu seküler devletin hüküm koyabileceği bir alanı açmış olmaktadır.
İdeolojik Nuhilik de global planlara engel olabilecek değişmez hukuk sistemi anlayışına tepki olarak ortaya çıkmış, dinleri törpüleyip dirençsiz küresel bir inancı hâkim kılmayı hedeflemiş bir yapıdır. Buna göre, karşı karşıya bulunduğumuz kişi ve grupların aslında neye ve hangi güçlerin emellerine hizmet ettiği de böylece ortaya çıkmaktadır.
Ebedî Kurtuluş (Necât) Görüşünde Ortaklık
Mealizm, Tarihselcilik, Deizm, Masonluk ve Nuhilik oluşumlarının ortak bir noktası daha vardır ki o da ebedî kurtuluş hakkındaki kanaatleridir. “Mü’minler dışında ebedî kurtuluşa erişebilecek başka zümreler de var mıdır?” sorusunu mealcilere ve tarihselcilere yönelttiğinizde, lafı biraz dolandırdıktan sonra bazı âyet-i kerîmeleri zikretmek ve ehl-i fetret konusunu da gündeme getirmek suretiyle, mü’min olmayan iyi insanlar için de ebedî kurtuluşun söz konusu olabileceği yönünde birtakım ifadeler sarf ettiklerini duyarsınız. Nitekim ülkemizde Nuhi hareketi benimseyen ve bu manada Yahudilere sempatiyle bakan bir şahsın ebedî kurtuluş hakkındaki kanaatleri de şöyledir: “Bugün de ‘aklı başında’ Yahudi görüşü, kendilerinin Allah ile özel bir ahitleri olduğu, ancak diğer insanların da ‘Allah’tan korkanlar’ olarak O’na iman edip kurtuluşa erebilecekleri yönündedir. Böyle düşünen pek çok haham tanıyorum.”
Deizm ve Masonluk hareketinin âhiretle ilgili görüşleri ise zaten malûmdur.
Yeni Dinî Akımlarla (New Age) Mücadelenin Önemi
Mütekellim ulema tarih boyunca İslâm’a aykırı görüş ve akımlarla mücadele etmiş, onların görüşlerinin tutarsızlığını ve batıllığını ortaya koyarak din-i mübin-i İslâm’ı her daim muhafaza etmiştir. Kelâmî çalışmaları mümkün kılan, mevcut âlim kadrosuyla beraber güçlü ve kurumsal bir destektir. Günümüzde bu destekten mahrum kalan âlimler bu faaliyetleri bihakkın yerine getirememekte, bilhassa yeni yeni dinî akımların türediği şu dönemde kelâmî metodu güncelleyerek bu akımlarla mücadele edebilecek niteliğe kavuşturma konusunda büyük bir eksiklik yaşamaktadırlar.
Unutmamalı ki, mantar gibi her gün bir yenisi patlayan bu gibi dinî akımlarla mücadele etmek, bugün hayatımızı idame ettirmemiz için gerekli olan temel ihtiyaçlarımız kadar elzem bir konudur. Dolayısıyla müslümanlar bu mücadeleyi yürütebilecek kurumlarını hiç vakit kaybetmeden tesis edip yola koyulmalıdırlar.
Bize Benzeyip de Bizden Olmayanlara Dikkat
Asırlar evvel “Tevhîd-i Edyân” anlayışıyla ve yine tarihte “İbrahimîlik” söylemiyle, yakın dönemde de “İbrahmî Dinler” zemininde inşa edilen “Dinler Arası Diyalog” faaliyetleriyle oluşturulmaya çalışılan “Ortak Din” inancının yanında modern “Nuhilik” ideolojisinin de -varılmak istenen nihaî nokta dikkate alındığında- aynı kaynaktan çıktığını tespit etmek zor olmaz.
FETÖ’nün ardından Adnan Oktar’la devam eden çorap sökümü, muhtemelen bu gruplara paralel şahıs ve zümrelerle devam edecektir. Bunların batıl ve kökleri dışarıda oluşumlar olduğunu anlayabilmek, inanç ve tasavvurlarını Ehl-i Sünnet’e ve gerek ilmî, ahlâkî ve örfî, gerekse de tevarüs etmiş olduğumuz mutemet müktesebata vurmak suretiyle kolayca tahlil edebilmek mümkündür. Unutmamalı ki bu yapıların palazlanması, devletin feraset ve basiret eksikliğinden kaynaklanmıştır.
Şunu da eklemek gerekir ki, bu kadar organize bir yapının az evvel ifade etmiş olduğumuz kıstaslara vurarak tespit edilemeyecek kadar gizli, renk vermeyen ve bizden görünen bazı elemanlarının var olma ihtimali de uzak değildir. Muhtemelen en büyük yıkıma da bu tür kişi ve gruplar sebebiyet verecektir.
Hiç şüphe yok ki ahtapotun; Gnostizm, Moon, İlluminati, Mormonlar, Cizvitler, Opus Dei, Tapınak Şövalyeleri, Boheiman kulübü, Kesnizani, Tahirü’l-Kadiri cemaati ve FETÖ gibi kollarıyla uğraşmak yerine, direkt gövdesine yönelmek çözüm için yegâne çıkar yoldur…
4 Yorumlar
Allah razı olsun
Rabbim emeklerinin bereketlendirsin.
Emsalinizi çok etsin.
Allah razı olsun yücel abi yazı çok iyidi. Bilmediklerimizi öğrenmeye çalıştık. Bunları okurken aynı zamanda bazı filmler de gözümün önüne geldi. Özellikle zion/siyon/kudüs şehri üzerine yapılan bilimkurgu filmleri(uzaylı-zombi-makine-terörist istilası şeklindeki birçok filmde dünyada kurtuluşun bu şehirlerde olduğu ama maalesef(!) herkesin bu şehre ulaşamadığı sadece önemli ve şanslı-seçilmiş(!) kişilerin yetişebildiği bir portre çizdikleri görülür ki bu ilginçtir okuyunca Nuhilik meselesiyle yoğun bir şekilde bağdaştırmaya başladım.
Allah razı olsun. Şimdilerde yoğun şekilde sürüp giden soğuk savaşın mühim aracı olan propagandanın en sinsi şekilde yürütüldüğü alan, medya alanı. Dolayısıyla, o tür kurguların bu propagandanın dışında olduğunu düşünebilmek gerçekleri göz ardı etmek olur.
Sizin gibi kafa yapısı olan insanlarla aynı ülkede yaşadığım için utanç duyuyorum
Yorum Ekleyin