Bu başlık altında yer alacak olan anlatım, herhangi bir kimsenin, kefenine bu uygulamayı bizzat kendisinin yapması ya da yaptırması durumuna dair genel bir anlatımdır. Ne herhangi bir şahsı veya cemaati hedef almak için ne de tezkiye etmek için kaleme alınmıştır.
Bu tartışmalar biraz da geçmişimize olan yabancılığımızın birer belirtisidir. Zira kefene birtakım şeyler koymak, geçmişte yaygın olan âdetlerimizden birisidir. Bilhassa “Ahidnâme” duasının, mevtanın göğsüne konulması yaygın uygulamalardan biri olarak kaydedilmektedir. Ülkemizde yaygın olarak okunan, merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihâli’nde de yer almaktadır.[*] Hatta günümüzde bu gibi şeylere en büyük tepkiyi gösteren solcu kesimin, kız kardeşi Makbule Atadan tarafından Mustafa Kemal Paşa’nın göğsüne bu duanın konulması yönünde bir talebinin bulunduğunu hatırlamaları lâzımdır.
Konu hiç şüphesiz daha da genişletilmesi, delillerle ve nakillerle desteklenmesi gereken, izaha muhtaç bir konudur. Meselenin sadece kefen satıcılığına daha doğrusu ‘’bez parçasına’’ indirgenmesi de maalesef “aydın” geçinen ve onların peşine takılan gürûhun ilmî ve fikrî seviyesinin bir neticesidir. Havas-esrar ve hikmetler alanında olumlu şeyler yazıp çizen, keşf ve ilhama şartları yerine geldiğinde itimat edenlerden dahi bu meselede işi bez parçasına indirgeyenlerin arz-ı endam etmiş olması da teessür vesilesi bir başka husustur.
İşbu yazıdaki muhatap kitle; yazının ilerleyen bölümlerinde yeri geldikçe tekrar tekrar beyan ettiğim üzere, havas-esrar ve hikmetleri kabul eden, kendilerini ehl-i tasavvufa nispet edip de onlara karşı bakış açısı olumlu olan hatta tarîkat mensubu bulunan kimselerdir. Zaten bunları kabul etmeyenlerle öncelikli tartışma konumuz bu konu değildir.
İddia
‘’Esmâ-i Erbaîn-i İdrîsiyye (Hazreti İdris Aleyhisselâm’a –İNDİRİLDİĞİ—iddia edilen bazı isimler)de yer alan isimlerden üçü havas ve esrar doğrultusunda, bir kefene, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hoşlandığı rivayet edilen kokuların temel sıvısından, kâbe örtüsü yahut ceylan derisi üzerine -yine havas ve esrar bağlamında- yazılarak dikilirse kefenlenen kişinin kabir suallerini cevaplama konusunda bir tür kolaylık hâsıl olur.’’
Cevap
Şimdi burada öncelikli olarak ele alınması gereken birkaç husus vardır;
1- Esmâ-i Erbaîn-i İdrîsiyye’nin Hazreti İdris’e (Aleyhisselâm) ya da ondan intikal ettiği iddiasıyla Hazreti İsa’ya (Aleyhisselâm) ya da Hendek’te inzal buyrulduğu yönündeki ifadeyle; Peygamber Efendimiz’e (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) veya ondan nakledildiği ifade edilen Hazreti Ali’ye (Radıyallâhu Anh) mevsukiyeti (aidiyeti) sahih midir?
a) Bu mevsukiyet iddialarından biri dahi doğruysa zaten herhangi bir problem yok demektir ve konu bundan sonra esrar ve havas yönünden tartışılır.
b) Bu mevsukiyet iddiası sahih değilse (ki sened açısından öyledir) sülehâdan birine ait olup olmadığına bakmak gerekir.
Bahsettiğimiz ism-i şeriflerin havas ve esrarına dair nakledilen bilgilerin, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin[**] (hemen hepimizin bildiği Avârif sahibi Şihâbeddîn es-Sühreverdî’nin amcası) ve İbnü’l-Arabî’nin (Kuddise Sirruhumâ) beyanları olduğu naklediliyor ve bu beyanlarla ilgili de herhangi bir aidiyet şüphesinden bahsedilmiyor. Dolayısıyla havas ve esrara konu olan bu isimlerin mezkûr veliler tarafından keşif-ilham yoluyla alınmış, manevî olarak müşahede edilmiş ya da Hazreti İdris’e (Aleyhisselâm) indirildiği bilgisinin tasdik edilmiş olduğunu söylemek en isabetli tavır gibi görünüyor.
c) Keşfen sabit olduğunu kabul ettiğimize göre, bundan sonra yazacaklarımız tasavvufa gönül vermiş olan kardeşlerimize yöneliktir. Zira keşif ve ilhamın hangi durumlarda bilgi değeri taşıyacağı konusunu tartışıp önce burada anlaşmak düşer.
2- Havas ve Esrar ne demektir? Bunların dinde yeri var mıdır?
Havas ve Esrar dediğimiz alan esasında dikkatli okuduğumuz vakit, tarihi, geçmiş ümmetlere kadar uzanan bir alandır. Peygamber Efendimiz’in (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) sünnetiyle sabit olan rukyenin kullanım amacıyla aynı şekil yönünden farklı bir türüdür. Ayrıca, ‘’Hikmet’’ kapsamındadır. Birtakım ayetlerin, esmâ ve sıfatlarla bazı terkiplerin birtakım havas ve esrarı olduğuna dair mutemet âlimlerin beyanları ve hatta müstakil eserleri vardır. Esmâü’l-Hüsnâ’nın şerhi ve havassı-esrarı üzerine müstakil bir edebiyat/telifât alanı da mevcuttur.
Bu kanaatte ittifak eden âlimler birkaç kişi olmayıp ciddi bir topluluktur. Bunların hepsinin din tahripçisi, uydurukçu veya üfürükçü kimseler olduğu yönündeki düşünce, aklı başında sağlıklı birinin düşüncesi olamaz.
Bu kabul elbette ki söz konusu anlayışın –bilhassa cahil toplumlarda- istismara açık olduğu gerçeğini de örtbas etmez. Ama istismara açık olması, inkârı hatta düşmanlığı da mazur kılmaz. Bütün bu tespitler karşısında, bu gibi hususlara tercih açısından tevessül etmeyenler de en azından, dikkat çekmeye çalıştığımız noktaları -benimseyen muteber ve kalabalık topluluğu- gördükten sonra biraz dikkatli ve kontrollü davranmalıdırlar.
Sünnetle sabit olmayıp da sonraki âlimler ve sûfî cemaati tarafından ortaya konulmuş olan birtakım havas ve esrar haberlerinin en önemli tarafı, birçok kez tecrübe edilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla daha evvel ifade etmiş olduğumuz gibi kendilerini tasavvufa nispet eden kardeşlerin bu gibi hususlarda biraz daha dikkatli davranmaları, peşin bir inkârcı tavra tevessül etmemeleri gerekir. Çünkü bu durum, kendi hareket zeminlerini de kayganlaştırır. O zaman birileri de çıkar ve onlara, tarîkatının erkânından olup da keşfen yahut da kendi yolunun büyüklerinin tecrübesiyle sabit olmuş bir hususu sorar ve kabul etmesi durumunda: ‘’Bu işler senin Şeyhinin ya da hocanın, üstadının tekelinde mi?’’ şeklinde haklı bir tepkiyle mukabelede bulunur. Kendi içinde çelişmemek, derin bir tutarsızlık içerisine düşmemek için ehl-i tarîkatın burada daha dikkatli davranması elzemdir.
Velhasılıkelâm bu isimlerin terkibi, havassı ve esrarı sadece Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’ye ya da ibnü’l-Arabî’ye (Kuddise Sirruhumâ) ait olmuş olsa bile, onların ardından pek çok kez tecrübe edildikten sonra dileyenler için ümitvâr oluş bağlamında tâli bir delil niteliğindedir.
Bunları İnkârın Hükmü Nedir?
Bu tür şeyleri inkar etmenin hükmü için teknik olarak ne küfür, ne bid’at, ne de haram denilebilir; fakat az-çok belirtmeye çalışmış olduğumuz söz konusu tecrübeyi inkâr, sahibini tutarlılık bakımından hayatı boyunca benzer şeyleri inkâra ve bu gibi yollara tevessülden kaçınmaya götürmelidir.
Söz gelimi, bir adam böyle şeyleri inkâr eder ve dalalet olarak görüp aleyhinde konuşursa, gün gelip kendisi ya da yakınlarından biri manevî bir rahatsızlığa tutulduğunda yahut kendisine –veya bir yakınına- cin taifesinden bazıları musallat olduğunda kapı kapı dolaşır da bu tür terkiplerden arar. Okunmuş sularla çimip de onları lakır lakır içer de şifa arar. ‘’Ben böyle şeylere inanmam, bunlar safsatadan başka bir şey değildir.’’ düşüncesi ve söylemleriyle gezip de günün birinde başına bu tür şeyler geldiğinde mum yakıp hacı hoca arayan adam örneği tarihte hiç de az değildir…
Keramet Kefende Midir?
Havas ve Esrar bağlamında söylenen şey net olarak şudur: ‘’ 1. İsm-i Şerîf ve 17. İsm-i Şerîf kâbe örtüsü ya da ceylan derisine misk ve safranla yazılıp kefene dikilirse kefen sahibinin bedeni çürümez. Kefenlenen kimse günahkâr bir kimse olsa bile bu ismin azameti ve bereketiyle kabirde rahat eder.’’
Bu sözü ne şekilde anlamak gerekir?
1- Burada Esmâü’l-Hüsnâ ile Tevessül Vardır
Bu uygulamada Esmâ-i Erbaîn-i İdrîsiyye’den iki ismin belli bir terkip üzere kefen üzerine yazılması yahut da nakşedilmesi vardır. Esmâ-i Erbaîn-i İdrîsiyye’nin tamamen uydurma olduğunu düşünsek bile, bu isimler aynı zamanda zaten Esmâu’l-Hüsnâ içerisinde bulunan isimlerdendir. Dolayısıyla burada Allah Teâlâ’nın isimlerinden ikisiyle tevessül vardır. Allah Teâlâ’nın isimleriyle tevessül hususu Kur’ân ve Sünnet’le sabit olduğu gibi, bu konuda herhangi bir ihtilâf da göremezsiniz; O’nun (Celle Celâluhû) isim ve sıfatlarını inkâr edenlerden başka.
2- Burada Teberrük Vardır
Bu uygulama, Allah Teâlâ’nın isminin nakşedildiği yahut yazıldığı bir malzeme ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hoşlandığı kokularla teberrük kapsamına girer.
Buraya kadar zikretmiş olduğumuz esmâ ve sıfatlarla ve bu isimlerin yazılı olduğu malzeme ile teberrük hususunu reddedenlerle -sözde-‘’sihirli kefen’’i değil; tevessül ve teberrükün meşrûiyetini tartışmak icap eder. Onlarla tartışılacak şey, kefen değildir!
3- Burada İlgili İsim veya Sıfatlarla Şefaat Ummak Vardır
Hepinizin bildiği üzere şefaat, doğumdan itibaren dünyada başlar, mizana hatta mizandan dahi sonraya, cehennem yoluna kadar, sırata kadar –belki de boyunca- devam eder. Kur’ân-ı Kerîm’in, muhtelif Sûre-i Celîlelerin (bilhassa el-Mülk Sûresi’nin) –dosdoğru kıldığı namazı başta olmak üzere- salih amellerinin kabir sahibine, kabre konulup da kabir hayatının başlangıcından itibaren âhiret merhalelerinde yardım edeceği ve onu rahatlatacağı, azabını hafifleteceği ya da kaldıracağı bize açık bir şekilde nakledilmiştir. Bu durum, Allah Teâlâ’nın esmâ ve sıfatlarıyla tevessül ve teberrükten farklı bir durum değildir.
Hatta kefene nakşedildiği belirtilen isimlerin ya da bu isimlerden bazılarının İsm-i Azam olduğu da söylenmiştir ki, en büyük mucizelerin İsm-i Âzam vesilesiyle gerçekleştiğine yönelik beyanlar tefsirlerde derç edilmiştir. Bütün mucizelerin vesilesi olan İsm-i Âzam eğer hakikaten de bu isimlerden biriyse, o kimsenin bırakın kabir azabının hafiflemesi ya da kaldırılması, sorgu-sualden tamamen muaf tutulması dahi söz konusu olabilir.
Buraya kadar yazıp çizmeye çalıştığımız hususlar hep ümitvâr olma doğrultusunda muhtemel birtakım hususlardır. Ölen kimse için zaten –kendisi tarafından da arkasında kalanlar tarafından da- yapılabilecek artık pek bir şey kalmamış demektir. Bu yapılan da yapılabilecek olan diğer şeyler gibi sadece ümitvâr olma yolunda bir adımdan ibarettir. Bu konuyla ilgili olarak kesin yorumlarda ve kat’i söylemlerde bulunmak, havas ve esrar alanına müteallik diğer hususlarda olduğu gibi asla ve asla doğru değildir. Bu tavır en başta bu havas-esrar alanının mahiyet ve amacına aykırı bir tavır olmuş olur.
Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’den (Kuddise Sirruhû) de nakledildiği gibi, günahkâr kimselerin dahi kabirde bu vesileyle rahat ede(bile)cekleri yönündeki ümit tuhaf değildir; yeter ki kabre konulan kişi büyük günahlara ve bid’atlere batmamış, küfre varan yahut da küfür sınırlarını zorlayan türden inanç veya tasavvurlara meyletmemiş olsun.
Not. Bu yazı ilk kez 22 Ocak 2015 tarihinde yayınlanmıştır.
[*] Büyük İslâm İlmihâli’nin Namaz bahsinin 586. maddesi şöyledir:
“Ölünün alnına veya sargısına veya kefenine, kendisinin iman üzere, ezeli ahd üzerinde sabit olduğuna dair ‘Ahidnâme’ denilen bazı mukaddes kelimeler yazılması takdirinde Yüce Allah’ın mağfiretine kavuşulacağı umulur, denilmiştir. Fakat kelime-i tevhid gibi mübarek kelimelerin mezar içinde kalıp zamanla çiğnenmesi veya cenazeden akacak sıvılar içinde kalması düşüncesi ile yapılması benimsenmemektedir.”
“Ölü yıkandıktan sonra, kefenlenmeden önce alnına mürekkeble değil de, yalnız şehadet parmağı ile: ‘Bismillahirrahmanirrahîm’ ve göğsü üzerine de: ‘Lâ İlâhe İllallâh’ yazılması daha uygun görülmüştür.”
[**] http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=380035
http://dusundurensozler.blogspot.com/2009/04/ebun-necib-suhreverdi-ve-itikadi_13.html
Yorum
Reblogged this on Taberânî.
Yorum Ekleyin