Anadolu’nun tarihi, bilumum ilgili betiklerden ve özellikle Görsel Yayınları’nın Anadolu Tarihi adlı altı ciltlik ansiklopedisinden öğrenileceği üzere bir tür göç, istilâ, iltica, işgal ve fetih tarihidir. Anadolu’nun idarî anlamda sağlam en eski medeniyeti Hititler dahî kavimler göçünün duraklarından biri ve geçiş köprüsü misyonu üstlenmiş dev yarımadaya bir göç ile gelmiş ve yıkılışı bir başka göç dalgası sonucu vaki olmuş, Roma’nın âkıbeti de onlardan pek farklı olmamış ve nihayetinde idareyi Türklerin ele almasıyla Moğol istilâsı ve Milli Mücadele ile bertaraf edilen vaziyet misali nadiren işgal girişimleri görülmüşse de farklı coğrafyalarda yaşayan insan topluluklarının bu yüce coğrafyaya intikali daha çok “iltica” yani “sığınma” biçiminde gelişmiştir.
Adının kökeni hakkında farklı görüşler kaydedilen bölgenin “Ana Dolu” biçiminde Türkçe iki ayrı kelimeden mürekkep olduğu düşünüldüğünde ve meşhur “ayran hikâyesi” hatırlandığında zihne hücum eden mana tam da bahsettiğimiz tarihî serüvene uygun düşer. Anadolu, zenginliğini ve medeniyetler beşiği olma kimliğini hep bu göç serüvenine borçludur.
Anadolu, şefkatli bir ananın kucağı gibi yaşattığı Süryani’sinden Ezidi’sine varıncaya kadar pek çok halkın yanı sıra Yahudi’sinden Yunan’ına ve yakın zamanda Balkanlardan ve devamında Suriye’den, Türkî Cumhuriyetlerden gelenlere de kucak açmıştır. Geçmişteki bu kimliklerin ve bugün Afganistan’dan gelenlerin kabulü, bu tarihî misyonun bugüne izdüşümü olmaktadır.
İbn Haldûn’un coğrafya ve kader bağlamında çağlara ışık tutan, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kaleminden “coğrafya kaderdir” ifadesiyle süzülüp şimdilerde herkese kulak küpesi olan tespiti doğrultusunda, Anadolu’nun kaderi de göç ve ilticadır!
Afganlar, Suriyeliler ya da Biz Kimiz?
Memleketimizde yaşayan büyük bir kesimin iki-üç kuşak öncesine gittiğimizde, kökende bir hicretle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Tehcir ve mübadelelerin yaşandığı bu topraklarda birçoğumuzun babaları, dedeleri yahut büyük dedeleri bu acı tecrübeyi yaşamıştır. Şimdilerde bu gerçeği unutup mültecilere karşı onulmaz kin ve nefrete kapılanları hangi rahmet bakışıyla kucaklamak lâzımdır? Anadolu eğer bir göç yurdu ise ve bu durum şefkat dolu cennet yarımadanın kaderi ise bu noktada bize düşen bir sorumluluk yok mudur?
Ortak Paydada Buluşabiliriz
Devletimizin mültecilerle ilgili politikası gerek gazete köşelerinde gerekse açık oturumlarda sürekli tartışılıyor. Sağduyulu yaklaşıldığı takdirde, birbiriyle uzlaşması zor gözüken bu karşıt görüşlerin insanî-vicdanî ortak bir paydada buluşabileceğine inanıyoruz. Nitekim konuyla ilgili yaygın değerlendirmeleri üçlü bir taksimatla ele alabiliriz:
1- İlticaya Tamamen Karşı Olanlar
Bu düşünceye sahip olanlar, mültecilerin daha çok statü durumu ve suç potansiyelinden hareket ediyorlar. Cinayet, toplum huzurunu bozan hâdiseler, mukim Türklere toplu saldırı hatta linç vukuatları, gasp ve hırsızlık hatta tecavüz gibi suçlara karışan mültecileri öne sürerek yurda girişlerine kesinlikle müsaade edilmemesi gerektiğini savunuyorlar.
AB’nin mülteci kabul etmeyip bizi fonlaması karşılığında mültecilerin kabul edildiği bilgisi, bu düşüncede olanların üzerinde durduğu en önemli noktalardan biri. Mültecilerin bilhassa bazı semtlerde yerli halka daha baskın bir hâlde iş yeri ve işletme açması hatta bunları yaparken yerli halkın mükellef tutulduğu prosedür ve düzenlemelerden yahut denetimden muaf kalmaları gibi hususlar da yine sıkça gündeme getiriliyor.
2- İlticayı Doğal Karşılayanlar
Bu düşünceye sahip olanlar ise daha çok İslâm tarihindeki Ensar-Muhacir kardeşliğinin anlam ve öneminden hareket ediyorlar. Aslında mültecilerin kabulüne tamamen karşı olanların hareket ettiği bilhassa asayiş ve demografik yapının dönüşüm tehdidi gibi noktaları muhakkak onlar da değerlendiriyorlar; lâkin ümmet bilinci daha öncelikli olduğu ve karşıtlar ciddi bir propaganda yürüttükleri için konunun bu yönünü masaya yatırıp konuşma ve uzlaşma imkânı pek olmuyor. Biraz da savunulan görüşlerin arkasında hamasetle durulması uzlaşıyı mümkün kılmıyor.
3- İlticanın Yönetilmesi Gerektiğini Savunanlar
Bu düşüncede olanlarla 1. ve 2. görüş olarak özetlediğimiz kanaat sahiplerinin yaklaşımı arasında ciddi bir fark yok. Her ülke belli düzeyde mülteci kabul etse ve ülkemizde de kamplar kurulup bu iş kontrollü bir şekilde yürütülse insan olan hiç kimse eminiz ki bu yaklaşıma karşı çıkmayacaktır.
Afganlar ile Diğerlerinin Farkı
Sözlerime son verirken, Suriyeli göçü ile Afgan göçünün bir tutulmaması gerektiği yönündeki düşüncemi de özellikle eklemek istiyorum. Zira Taliban’ın Afganistan’da yaptığı şey ile Suriye’de yönetimin yaptığı şey aynı değil. Orada rejimde bir değişiklik söz konusu ve kaçanlar, rejimin muhtemel baskısından dolayı kaçıyorlar.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin