Seküler ne demek, sorusuna ve seküler anlayış, seküler düşünce, seküler göç ve seküler devlet gibi konulara dair bilgileri, bu anlayışın Anadolu’ya giriş serüvenini bir arada sunmaya gayret ettik.
Seküler Anlayışın Anadolu Seferi
İnsanlık tarihi içerisinde, bu tarihin akışını değiştiren pek çok dalgalanma söz konusu olmuştur. Bu dalgalanma ve keskin dönüşümler, aile gibi çekirdeğini oluşturan müesseseler başta olmak üzere, insanî kurumların tamamının teşekkülünde etkin bir rol oynamıştır. Bu değişimler, insanın sosyal -ya da sosyolojik tanımlamayla antropolojik- zorunluluğu gereğince; ‘dışsal’ bir varlık oluşuna bağlı bir şekilde gelişmiş, yeni bir dünya kurma amacına matuf bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Gerçekleştirilmiş olan değişimler, kimi zaman değişimde rol oynayan insanlar ve kurumların kontrolünde gerçekleşirken, kimi zamansa tahmin edilenin çok daha ilerisinde ve üzerinde bir değişim ortaya çıkmıştır. Külli sonuçlara göre değerlendirildiğinde, tarihteki en keskin dönüşümlerin başında, modernite ve sanayi devriminin geldiği rahatlıkla söylenebilir.
Dünyayı kuran, ilk kurumları ortaya koyan, düzeni ve devamlılığı mümkün kılacak bir şekilde sağladıktan sonra vazifeyi belli ölçülerde insanlara havale eden, dünyanın gerçekliğini bir kutsala bağlayan, diğer bir ifadeyle; dünyayı belli bir çerçevede istikrara bağlayan Din, gerek dönüşümün gerçekleştirilmesinde gerekse de gerçekleştirilmek istenen dönüşümlere karşı durup engel olmada tarih boyunca en etkin unsur olmuştur. Kökten değişimleri hedefleyenlerin önünde en büyük engel olarak duran Din, sonuca ulaşabilmek için ya hayatın dışına itilecektir ya da baypas edilmek suretiyle aktüalitesinden ve belirleyiciliğinden soyutlandırılarak etkisiz hale getirilecektir. Nitekim öyle de olmuştur…
Latincedeki ‘‘soeculum’’ sözcüğünden İngilizce’ye: ‘‘secular’’ şeklinde taşınarak terminolojiye dahil olan,[1] duhulünden sonra tarihin önemli parçalarından biri haline gelen bu sihirli sözcük, zaman ve mekânla ilişkili olarak belli bir dönemdeki dünyevî durumun biçimini ihtiva etmektedir. Sosyologların, anlam ve kapsam yönüyle muhtelif şekillerde tarif ettikleri sekülerizm, Weber’in (ö.1920) aktardığı ve sosyologların kahir ekseriyetinin de ona katıldığı tespitlere göre rasyonalite temellidir.[2] Daha sonra düzenli ya da düzensiz biçimde bir ideolojiye dönüşen bu anlayış, Katolik yapıya muhalif olarak gelişmiş Martin Luther’in (ö.1546) Protestanlık hareketinin de lokomotifi haline gelmiştir. Oysaki ‘‘seküler’’ ifadesi bir ideolojiye dönüşmeden evvel menfî bir anlama sahiptir ve dinle kilise gibi din ile müesseselerin özdeşleşmiş olduğu dönemde, bu yapının dışında kalan pasif kimseleri ifade etmede kullanılmıştır.[3] İdeolojiye büründüğünde ise dinî, siyaset ve ideolojiden olduğu gibi, değer yargılarından da ayıran bir anlayışa dönüşmüştür.
1648 Westphalia Barışı[4] ile başlangıcı resmî olarak da gerçekleşmiş olan modern çağın atom çekirdeği modernite, tarih yolculuğundaki en büyük dönemeci de bu resmî tanınış ile birlikte artık dönmüştür. Antlaşmadaki Maddeler gereği, din ve devlet işlerindeki ayrışma, genişçe bir çatlak bulabilmek için olanca gücüyle bekleyen Lutheranizm’e[5] yaramış, sonuç olarak aranılan çatlak, Westphalia ile birlikte artık bulunmuş, Batı, bu akımın tazyikiyle karşı karşıya kalmıştır.
Resmî din ve resmî mezhep anlayışının baskıcı boyutlarına muhalefet söylemiyle, selefiyeci bir eda ve öze dönüş, dinî, hurafelerden arındırarak aslına uygun bir şekilde ıslah iddiasıyla ortaya çıkmış olan bu anlayış, milli asabiyenin ve taraftarlarının heyecanının da etkisiyle daha da alevlenmiştir. Çok geçmeden kiliseye açıktan başkaldırı şeklinde ve muhtelif biçimlerde açığa çıkmak suretiyle, siyasi mücadele seviyesine taşınmıştır. Büyükleri de dâhil olmak üzere, devletlerin bünyesinde de yer bulabilen hareket burada da kalmayıp, ortaya çıktığı ilk anlayıştan tamamen uzaklaşarak ilâhî olan her şeye karşı çıkan, dinî, hayatın tamamen dışına atan ve dünyeviliği dava edinen bir hüviyete bürünmüştür.
Son asırda İslâmiyet içerisinde de ortaya çıktığı gözlemlenen hareketlerin, eda, söylem ve iddia yönüyle, Yahudi ve Hıristiyan dünyalarında sahne almış olan modern akımlarla aralarındaki benzerlik, oldukça düşündürücüdür!.. Söz konusu akımların zuhurundan bugün ulaşmış oldukları noktaya varıncaya dek geçirmiş oldukları psikolojik ve sosyolojik evrim sürecindeki paralellik de yine son derece dikkat çekicidir!..
Yayılma süreci üzerinde durduğumuz sekülerizm bir ideoloji olarak, Martin Luther’in Protestan anlayışıyla birlikte gelişmiş ve Modernite yoluyla yayılıp Faydacılık akımı ve bireycilikle pik yapmış, zirveye ulaşmıştır. Siyasi zeminde hareket imkânı bulan bu anlayış zamanla, dünyayı adeta sarmaşık gibi sararak modernite içerisinde gelişmiş akımlar üzerinden asalak bir kimlikle, bizzat Batı Medeniyetinin hastalıklı eliyle girmedik, istila etmedik yer kalmayacak derecede yayılmıştır.[6]
Aydınlanma dönemiyle birlikte Avrupa’da revaç bularak hızla yayılmış olan sekülerizm, bir dizi siyasal ve toplumsal gelişimi de beraberinde getirmiştir. Toplumsal değişimler, Devletlerle vatandaşların münasebetini de farklı bir boyuta taşımış, kimi ülkelerde ‘‘ulusalcı’’ bir anlayış gelişmekle beraber, eşit vatandaşlık, vergilendirme vs. gibi savunular revaç bulmuş, modernite bu savunular üzerinde taşınarak Batı dünyasını da aşmak suretiyle komşu coğrafyalara uzanmıştır. Bu akımın Anadolu’ya girişi de benzer savunular üzerinden gerçekleşmiştir.
Seküler Paradigma Anadolu’da
Temel sebep bu olmasa da Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Batı’nın –bilimsel ve teknolojik anlamda- gerisinde kalmış olmasının, söz konusu hastalığın bünyeye giriş kapısı ve yayılış zemini olduğu söylenebilir. Zira Osmanlı İmparatorluğunun gerilediği düşüncesi birtakım yenilik hareketlerinin zaruri olduğu fikrini doğurmuştur. Bu kapsamda, askerî anlayış ve teşkilatlardan eğitim-öğretime kadar birçok alanda Batı’ya dönük bir dizi değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Bu değişiklikler aynı zamanda sekülerizmin devlet düzeyinde baskıcı bir Laiklik olarak açığa çıkmasını ve halkın inanç ve vicdanı üzerinde otorite kurmasını doğduğu ülkelere oranla daha hızlı bir şekilde sağlamıştır.
Askerî yeniliklerin yanı sıra yerel güç odaklarıyla ilgili yapılan düzenlemelere bağlı olarak gerçekleştirilen Hukukî alandaki reformlar, Padişahın halife olarak taşıdığı yetkinin kutsiyetini zedelemiş ve şeriat-adalet ayrımındaki ilk kırılma unsuru olmuştur. Eğitim-öğretim alanında gerçekleştirilen reformlar sonucunda, Batı’ya eğitim içen giden öğrencilerin Batı’nın anlayışı doğrultusunda pozitivist bir hüviyete bürünerek geri dönmeleri ve fikirlerini öylece propagandaya dökmeleri işin seyrini tamamen değiştirmiştir.
Sekülerizmin bu topraklardaki motor gücünü, Batı’lı gibi düşünen ve bu düşünceleri doğrultusunda hareket ederken Tanzimat’la birlikte bürokraside önemli ve kritik görevler almaya başlayan yine bu zümre oluşturmuştur. Osmanlı Devleti bünyesindeki bu köklü değişimin yalnızca içerideki isimlerin dahliyle gerçekleştirildiğini söyleyebilmek de zordur. Balkanlar’daki ayaklanma ve karışıklıkların, Rusya’dan gelen baskılarla birlikte özellikle ekonomik bunalımın bu konu üzerindeki tesiri çok ciddi olmuştur.[7]
1856’ya gelindiğinde Islahat Fermanı ile birlikte Gayr-ı Müslim zümrelere tanınmış olan ayrıcalıklarla, onların gerek toplumsal gerekse de idari ve siyasi hayatta, yönlendirici bir şekilde söz hakkına sahip olmalarının önü açılmıştır. Sekülerizmin sosyal hayat içerisinde yayılmasında bu gelişmenin rolü sonuçları açısından düşünüldüğünde son derece büyük olmuştur.
1830-1860 yılları arasındaki gelişmeler, Islahat Fermanı ile de sınırlı kalmamış, Genç Osmanlılar’ın başını çektiği zümre tarafından Anayasa tartışmaları başlatılıp ısrarla sürdürülmüştür. Bu dönemde artık Mithat Paşa ve ekibi, çabalarıyla Padişahları tahttan indirebilecek kadar güçlenmiş durumdadırlar. Ziya Paşa ve Namık Kemal’in başını çektiği zümre, Anayasa’nın İslâm ile çatışmayacağı ve çelişmeyeceği yönündeki savunmalarla birlikte nihayetinde amaçlarına ulaşmış ve Kanun-i Esasi’nin kabulüyle birlikte I. Meşrutiyeti ilan etmişlerdir.
İmparatorluğun bu dönemi Sultan Abdulhamid Hân’ın beynelmilel hesapları, içerideki ve dışarıdaki muarızları kudretiyle bozup dağıtışına sahne olmuştur. Kânûn-i Esâsi’yi askıya alan Sultan, Tanzimatla birlikte alınan kararların tamamını kullanım dışına iterek karşıtlarına büyük bir darbe vurmuştur.
Modernite yolculuğuna Jön Türkler ya da Genç Osmanlılardan sonra İttihâd ve Terakkî oluşumuyla devam etmiştir. Önemli kademelerde bulunan bu akıma mensup kimseler, oluşturdukları baskıyla 2. Meşrutiyetin ilanını sağlayarak sekteye uğramış olan dönüşüm hareketini tekrar başlatmışlardır. Cumhuriyet’in ilânı, Tevhîd-i Tedrisât kanunu ile eğitimin İslâm’dan tamamıyla soyutlanması, harf devrimi, Medenî kanunun kabulü, Şeyhülislâm’ın kabineden çıkarılması, bazı kurum ve kuruluşların evkaf ve maarif vekâletleri çatısı altında birleştirilmesiyle din kurumunun dünyevi yetkilerini tamamen yitirmesi, sekülerizmin bünyeyi iyice etki altına almasını sağlayan başlıca gelişmeler olmuştur. Hilâfetin ilgâsı ve bu gelişmede Usûl ve Fıkıh alanında şöhret sahibi bir âlim ile bir Şeyhin başrollerde yer almış olmaları,[8] kırılmanın boyutunu ifade sadedinde başka bir ilaveye gerek bırakmamaktadır.[9]
Anadolu toprakları hilâfetin ilgâsını müteakip, Batı’dan tercüme edilmek suretiyle getirilip yürürlüğe konulan kanun metinleri ve özellikle de Laikliğin kabulü, Anayasa’ya kaydıyla birlikte sekülerizmin istisnasız bütün sinir uçlarına nüfuz ettiği bir dönemin şahidi olmuştur. Bu dönem, Ezân-ı Muhammediye’nin Türkçeleştirildiği hatta Türkçe cenaze namazları kılındığı, vakit namazlarının dahi Türkçe olarak kılınabilmesi için propaganda yapıldığı, İslâmî-İlmî neşriyâtın hatta Kur’ân-ı Kerîm öğretiminin dahi yasaklandığı tarihin karanlık ve cehalet dönemlerini andıran kara bir dönem olmuştur. Tek partili sistemin baskıcı ve boğucu tutumu, çok partili sisteme geçişle birlikte bir nebze de olsun yumuşamıştır. Demokrasi vurguları, halkın sesine az da olsa kulak verilmesini sağlamıştır. Güç sahipleri bunu demokrasi adına yapmamışlarsa da, Batı’nın dayatmaları karşısında fazla direnememişlerdir.
Karanlık dönemde mücadeleyi elden bırakmayan Âli himmet kullardan eksik kalmamıştır Anadolu toprakları. Abdalân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm ve Horasan Erleri’nin davasının gönül erleri İslâmî İlimlerin ihyâsı için her türlü olumsuz koşullara ve kısıtlamalara karşın davaya hizmetten geri durmamışlardır.
Milletteki kısmi uyanışa kayıtsız kalamayacaklarını, İslâm’ı zihinlerden ve gönüllerden tamamen silemeyeceklerini anlayanlar, sonraki süreçte kontrol altına almayı ve arzu ettikleri şekilde bir din anlayışı aşılamayı tercih etmişlerdir. Göstermelik olarak İmam-Hatip kursları açılmış, din âlimi yetiştirmekten ziyade din tenkitçisi yetiştirilmesine hizmet edecek bir format, müfredat ve eğitim planıyla İlâhiyat Fakülteleri, devamında İslâm Enstitüleri kurulmuştur.
Türkiye’nin gündemi ilerleyen yıllarda daha da karışıktır. 27 Mayıs askeri darbesi, yeni anayasa ile yeni anayasal kurumların teşekkülü, rejimi elde tutanların, İslâmî şuura sahip kimselerin siyaset yapmasını ve kurumlarda görev almalarını kısıtlamalarına hatta gerektiğinde engel olmalarına imkân sağlamıştır.
Gerçekleştiğinde sağlıklı bir şekilde değerlendirilememiş olan İran Devrimi de Ülkemizdeki dinî veçheyi etkileyen önemli unsurlardan olmuştur. 12 Eylül Askeri Darbesi de, gerek darbeyi hazırlayan süreç açısından gerekse de sonuçların acısından yine en büyük zararı Müslümanların ve Müslüman bilincin gördüğü hadiselerden biridir.
Post-Modern Süreç
12 Eylül sonrası konjonktür daha da değişmiş, memlekette yükselen dinî rüzgârın önünü kesmek isteyenler düzeni yeniden dönüştürmek istemiş ve 28 Şubat’ı hazırlayan sürece girilmiştir. Sabahlara fail-i meçhul cinayetlerle uyanan Türkiye, Cumhurbaşkanı’nın da ani ölümüyle sarsılmıştır. İnançla zıtlaşmayı senelerce denemiş olanlar artık, arzu ettikleri; tepkisiz, hamiyet-i dinîyeden uzak, ibadât alanını benimsemişken, dinîn diğer alanlardaki hükümlerine kayıtsız kalan, en mühimi de bu kimliği inşa etmek isteyen devlet ve sistemiyle herhangi bir problemi olmayan bireylerden müteşekkil bir toplum oluşturmuşlardır. Bunu yaparken aynı senaryo sahnelenmiştir. Hilâfetin ilgası başta olmak üzere, en hassas değişimlerin gerçekleştirildiği dönemlerdeki gibi, talep edilen minval üzere fetvalar veren, nutuklar atan din adamları sahnenin ön sırasında yerlerini almışlardır.
Toplumun din hizmetleriyle ilgili kurum, gerek post-modern gerekse de daha önceki dönemlerde seküler anlayışın yerleşmesi hususunda bazen destekçi bazense direkt uygulayıcı olmuştur.
Tarihin belli bir kesitini kapsayan bu çabaların beyhude olduğu aşikârdır. Sekülerizm ile İslâm’ın bağdaştırılması yahut bütünleştirilmesinin imkânsızlığı, yalnızca İslâm âlimlerinin değil, Müslüman olmayan sosyologların da ortaya koymuş oldukları bir tespittir.[10]
Bazı hakikatleri bu dinîn mensubu olmayanların dahi ifade ettiği yerde, kendilerini bu dinîn bilgini olarak gören ve bu şekilde tanınmakla beraber arkalarında da belli zümreleri sürükleyenlerin bu hakikatleri bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde görmezden gelmeleri hatta örterek insanları aldatmaya çalışmaları ne de hazindir…
Dipnotlar
[1] İsmail Ekinci, ‘’Sekülerleşme ve Din’’, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Din Sosyolojisi Seminer Çalışması.
[2] Ekinci, a.g.m.; Şerif Mardin, Siyasal ve Sosyal Bilimler, İletişim Yayınları, İstanbul, 9. Baskı, s. 119.
[3] Ekinci, a.y.
[4] a.y.
[5] Adnan Aslan, ‘’Martin Luther’’, DİA, 17/239, 27/239; Jacques Waardenburg, ‘’Protestanlık’’, DİA, 34/352.
[6] Sekülerizmin ortaya çıkışı ve yayılışı için bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, t.y., s. 252; Bedri Gencer, İslâm’da Modernleşme, Doğubatı Yayınları, Ankara, 2012, s. 791.
[7] Gencer, a.g.e., s. 60.
[8] Bahsi geçen iki şahıs: Seyyid Bey ve Şeyh Safvet. Detaylı bilgi için bkz. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Hilâfetin İlgasının Arka Planı, (Çev. Oktay Yılmaz), İstanbul, İnsan Yayınları, 2016; Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliya, (Derl. Prof. Dr. Mehmet Akkuş), İstanbul, Kitabevi, 2015; Gencer, a.g.e., s. 169.
[9] Gencer, a.g.e., s. 70.
[10] ‘’İslami sekülerleşmenin imkânsızlığı Ernest Gallner tarafından şu şekilde belirtilmiştir:
Ortaçağın sonlarına gelindiğinde eski dünyada başlıca dört medeniyet yer almaktaydı. Bunlardan üçü günümüzde bir şekilde sekülerleşmiştir. Hıristiyan öğretisi kendi din adamlarınca sekülerleştirilmiştir. Çin dünyasında ise seküler inanç resmi olarak yerleştirilmiş, dini öncüller inkâr edilmiştir. Hint dünyasında astroloji gibi uygulamalar yaygın olsa da devlet ve siyasi otoriter kişiler, halk dinlerine karşı tarafsız bir tutum izlemektedirler. İslam’da ise durum tamamen farklıdır. Bunun sebepleri ise şunlardır:
- İslami öğretinin güçlü bir Tevhid inancına dayanması.
- İslami öğreti ile yasanın öğretilerinin birbirlerinden ayrılmaması, yasa öğretilerinin topluma somut olarak sunulması.
- İlahi yasanın toplum – kilise ikilemine dayanmayıp, toplumun bütün kesimleri açısından geçerli olması.
- İslam’da ruhban sınıfının olmayışı.
Hıristiyanlıkta olduğu gibi, İslamiyet’te, dini ritüellere katılanlarla bu ritüelleri yönetenler arasında hiçbir ayrım yoktur. Ayrıca sekülerizmin önünü açan modernleşme, Müslüman ülkelerde dine karşı yaygın bir kayıtsızlığa ve sekülarizasyona neden olmamış, dine olan bağlılığa genelde zarar vermemiştir. Modernleşme ve sekülarizasyon, çeşitli İslam ülkelerinde farklı derecelerde oluşmuş ve dini ibadetleri etkilemiştir ama geleneksel dini yapı, yaşayan kültürde varlığını sürdürmüştür. Din, ahlakı ve sosyal birliği korumada en büyük rolü oynamıştır.’’ (Ramazan Altıntaş, Din ve Sekülerleşme, Pınar Yay, İstanbul, 2005, s. 179-180.)
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin