İmanı bozan şeyler nelerdir? İmanı bozan haller nelerdir? İmanı bozan işler ve işletmeler nelerdir? İmanı bozan sebepler nelerdir? İtikat bozukluğunun sebepleri nelerdir? İmanı bozan şahıslar, kişiler ve kurumlar hangileridir?.. gibi soruların cevaplarını bulabileceğiniz yazımızda daha çok işin tarihî boyutlarını ele almaya gayret ettik.
İtikadî Kırılmalar ve Parçalanmış Zihinler
Allah Te‘âlâ, insanoğlunu fıtrat üzere yaratmıştır ve bu fıtrata rûhen ve bedenen ancak mü’min kimliği uygundur. İlk insan olan Hazreti Âdem’in ilk mü’min ve aynı zamanda ilk peygamber oluşu da bu hakikatin ifadesidir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu hakikati en açık bir şekilde şöyle beyan etmiştir: “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecûsî yapar.”[1]
Kur’ân-ı Kerîm: “O hâlde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” âyet-i kerîmesiyle bu fıtratın tevhidle olan bağlantısına dikkat çeker.
Dolayısıyla günümüzde tevhidden uzak ne kadar inanış biçimi varsa bunlar, tevhidi bozarak vahdetten dağılıp ayrılmış olan inanışlardır. Antik Yunan’dan Hint kıtasına; Mezopotamya’dan Babil’e ve Mısır’a kadar aklımıza gelebilecek yerleşim birimlerinin tamamında, taraftar bulmuş bütün inanışlar…
Tarih, Hak ile Batılın Mücadelesinden İbarettir
İnsan neslinin başladığı ilk dönemde ortaya çıkmış olan tevhidden uzaklaşma, muvahhid çizginin varlığını her daim sürdürdüğü gibi, tarih boyunca sürüp gitti. Hak ve batılın bu mücadelesi, kıyametin kopmasına az bir süre kalıncaya (insan nesli kesilinceye) kadar da devam edecektir.
İnsanları tevhid akidesinden saptırmaya çalışanlar tarih boyunca farklı formatlarda çıktılar karşımıza. Bugünkü ne savunuları, ne iddiaları ne de argümanları dünden farklı. Günümüzde karşı karşıya kaldığımız ifsad hareketleri, Asr-ı Saadetteki münafık portresinden ve İran’ın fethinden önce bölgede hüküm süren Mecûsî portresinden hiç de farklı değil!
Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hayatta olduğu müddetçe ümmet arasında akîde sahasında herhangi bir ihtilâf söz konusu olmadı. Zira Ashâb-ı Kirâm radıyallahu anhum, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme ittiba hususunda en küçük bir ayrıntıyı kaçırmaz, harfiyen dikkate alırlardı. Onun âhireti teşrifinin ardından ise Ridde savaşları baş gösterdi. Bazı gruplar, zekât vermeyi reddederek dinden çıktılar. Sahte peygamberlerin sayısı da taraftarları da arttı. Bu devirde Ashâb-ı Kirâm Hazerâtı radıyallahu anhum, kendilerine tuhaf sorularla gelen kişilerin düşüncelerine geçit vermediler; gerektiğinde en sert ve en ciddî şekilde mukabelelerde bulundular.
İslâmiyet’in, Mezopotamya ve Basra bölgesine doğru genişlemesiyle birlikte mü’minler, bölgede öteden beridir mevcut olan felsefî birikimle karşılaştılar. Böylelikle akîde sahasında, varlık alanına ait, izale edilmesi gereken birçok problem ortaya çıktı. Kelâm âlimleri, mantık zemininde kurguladıkları mücadele metoduyla onların ortaya atmış oldukları şüpheleri birer birer çürütüp kadîm düşünce mezarlığının derinliklerine gömdüler. Mu‘tezile’nin, Abbâsîler devrinde yönetimi tahakküm altına aldığı ve ümmete Mihne hadisesini yaşattığı dönemi saymazsak ulema, kendilerine değer veren güçlü devlet adamlarının otoritesi sayesinde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ve Ashâbı radıyallahu anhumun itikadının dışında herhangi bir düşünce veya inanç sistemine müsaade etmediler.
İran’ın fethinin ardından İslâm’ı kabul eder gibi görünürken, Mecûsîliğin habis tasavvuratından tamamen sıyrılamamış olanlar ümmetin başına, Şia gibi bir problem çıkardılar. Siyasî olarak dış manipüleye her daim açık olan bu mezheb, asırlar boyunca ümmetin en büyük problemlerinden biri ve ümmete fitne ve fesadın giriş kapısı oldu.
İlerleyen asırlarda Yahudilik ve Hristiyanlık içerisinde zuhur eden yenileşme hareketleri, İslâm’ı da hedef aldı. Hesaplarını direkt olarak itikadî alanda uygulamaya koyamayanlar, siyasî manipülasyonu esas aldılar. Evvela ülkeleri bölüp parçaladılar, devlet otoritesi zayıflayan topraklara nüfuz etmek suretiyle zihinleri tahrip ettiler. İnsanların dinine ve inancına kastettikleri gibi, bu hayatî varlıkları bir arada tutan kültürlerini de darmadağın ettiler.
Sömürü Düzeni Öncelikle Ruhları ve İnançları Hedef Aldı
Fransız ihtilâlini müteakip uygarlık söylemleriyle baş gösteren 1. ve 2. dünya savaşlarında milyonlarca insanın kanını akıtan ve bununla da kalmayıp kurdukları sömürü düzeniyle insanların dirisini ve ölüsünü; işgal ettikleri bölgelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürenlerin icraatları anlatılırken en önemli konu göz ardı edilir. O da bu sömürü düzeninin, insanların ruhlarına ve inançlarına yönelik yoğun tahribatıdır.
Yahudilik ve Hristiyanlığın daha önce maruz kaldığı modernist hareketlerin İslâm dünyasında, sömürü faaliyetleri sonucunda siyasî otoritesi zayıflatılmış olan Mısır ve Hindistan gibi bölgelerde ortaya çıkmış olması elbette ki tesadüf değildir. Öncelikle hâkimiyetlerini yitirenler, sonra inançları da dâhil olmak üzere her şeylerini yitirirler.
Benzer hareketler, yaşadığımız topraklarda da Osmanlı Devleti’nin, otoritesinin ciddî derecede zayıfladığı son döneminde zuhur etmiştir. Söz konusu batıl düşünceler memleketimizde, konjonktüre uygun olarak, Osmanlı ve saltanat düşmanları üzerinden planlanmış ve sırası geldikçe tıpkı bir piyes misali sahneye konulmuştur.
Ülkemizde Sahneye Konulan Oyunların Hiçbiri Yeni Değil
Hindistan, İslâm’ın hâkimiyetiyle birlikte asırlar boyunca önemli bir ilim ve kültür merkezi olma vasfını muhafaza etti. İngilizler, Hindistan’ı idarî ve siyasî yönden tam olarak işgal edebilmek için bu kıtanın mayası ve harcı niteliğini taşıyan Ehl-i Sünnet’i tahrip etmenin zarurî olduğunun farkındaydılar. Bu sebeple, Seyyid Ahmed Hân gibi modernistler yoluyla, Avrupa’yı kasıp kavurmakta olan, bilgi edinme yollarından yalnızca duyu organlarıyla müşahedeyi esas alıp diğerlerini açık bir şekilde reddeden rasyonalist bakış açısını devreye soktular. Bir yandan da medreselerin temelini Hanefî Uluları’nın mezhebi oluşturduğundan, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe rahimehullahın bölgedeki kıymetini zayıflatma gayesiyle, onun aleyhinde propaganda geliştirdiler.
İslâm dünyasının ilmî alanda bir diğer merkezi olan Mısır’da da modern selefîlik olarak ifade edilen akım, Ezher Üniversitesi üzerinden hâkim kılınmaya çalışıldı.
Osmanlı’nın bakiyesi Anadolu’da ise zihnî durum, bahsettiğimiz bölgelerden biraz daha farklıydı. Fransız ihtilâlinin tesiriyle zuhur eden sözde bağımsızlık teraneleri, Cumhuriyetin ilânına giden süreçte en etkin ideolojiydi. Dolayısıyla bu topraklarda, kavmî birtakım gerekçelerin öne sürülmesi daha uygun bulundu. Arapların, dili ve kültürleriyle aşağılanmaları, anadilde (Türkçe) ibadet savunuları, millî (kavmî) bir din ihdası gibi yaklaşımlar ayyuka çıkarılarak dinî kimlik, siyasî gelişmeler yoluyla ciddî şekilde zedelendi.
Son yıllarda maruz kaldığımız propaganda da geçmiştekinden farklı gelişmedi. Kimliksiz bir din inşa etme amacına matuf hareketlerin şimdiki propaganda alanını, kavmî birtakım gerekçelerin artık eskisi kadar etkili olmaması sebebiyle anakronik tartışmalar oluşturmaya başladı. Çoğu zaman kendi içerisinde çelişik iddialar, Kur’ân-ı Kerîm’in, hadîsler sebebiyle tahrif edildiği ve hadîslerin formüle edildiği (uydurulduğu) yönündeki görüşlerle desteklenmeye çalışıldı. Kendi heva ve heveslerini “din” diye sunanlar, Ehl-i Sünnet’in itikad umdelerinin ve sünnet-i seniyyenin amelî cihetinin Kur’ân’a aykırı olduğu söylemiyle bütün değerlerimize hücum ettiler.
Son yıllara kadar avamın gündemine gelmemiş olan birçok sunî tartışma, halk tabakasının gündemine taşındı. Bunu sağlayabilmek için yazılı, görsel ve sosyal medya, bütün fonksiyonlarıyla kullanıldı. Ulemânın, geçmişte düşünce çöplüğünün dibine kadar gömdüğü habis inanç ve düşünceler, bu propagandanın gücüyle, “hakikat” olarak sunuldu. Akademi kürsüleri, bu oyuna büyük ölçüde âlet edildi. Gelinen noktada asıl gayenin; omurgası çökertilmiş, bütün yönlendirme ve dayatmalara karşı çaresiz ve dirençsiz, deist bir toplum olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
İnsanları Kur’ân’a Davet Ettiklerini Söyleyen Kur’ân İstismarcıları
Bütün bu olumsuz gelişmelerin plânlayıcıları, Kur’ân-ı Kerîm’le hemhâl olduklarını ve onu çok okuduklarını söylerler. Oysaki Kur’ân-ı Kerîm’i çok okumak ya da okur görünmek, onun manasına vakıf olmak anlamına gelmez. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin, onların ahvâlini ihbâr etmesinden midir bilinmez, onun geleceğe dair birtakım haberlerini de yalanlarlar. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin onların durumuyla ilgili ihbarı şöyledir: “Öyle bir zaman gelecek ki okumaya meraklı kurrâ çoğalacak; fakîhler (dini anlayıp yaşayan âlimler) ise azalacak ve bu sûretle ilim çekilip alınacak ve herc çoğalacak!” Bu ihbar üzerine Ashâb-ı Kirâm: “Herc nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sorunca, konu biraz daha açıklığa kavuşur: “Birbirinizi öldürmenizdir. Daha sonra öyle bir zaman gelecek ki insanlar Kur’ân okuyacaklar, okudukları boğazlarından aşağı geçmeyecek…”[2]
Fırak kitaplarına göre, daha çok Hâricîleri işaret ettiği belirtilen bu rivayet ve aynı manaya müteallik rivayetler, günümüzde «Kur’ân’cı» geçinen kesimi de içine almaktadır. Hatta onlar tekfir konusunda Hâricîlere yaklaşmaktaysalar da, Kur’ân’ın lafzını iyi bilmek ve iyi derecede ezberlemek konusunda, mahreç ve tecvidden dahî bîhaber olmak bakımından onlardan fersah fersah uzakta; dinin asıllarını inkâr konusunda da onları ciddî şekilde geride bırakmış durumdadırlar.
Ulemaya Hakaret ve Lânet Eden Hakikat Düşmanları
Kendilerini tarif ederken; hakikatin savunucusu, Kur’ân’ı, en iyi şekilde anlamayı başarabilmiş gerçek âlimler olarak tarif ederler; ve insanları Kur’ân’a çağırdıklarını söylerler. Mealli mushafı koltuk altlarına sıkıştırıp etrafta birer serseri gibi dolaşırlar. Sürekli âyet meâlleri okuyup, insanların gözlerini boyama konusunda yarışırlar. Kur’ân âyetlerinin manalarını eğip bükme hususunda âdeta işkenceci ve son derece cüretkâr olup; “Her kim kendi reyi görüşü ile kuranı tefsir ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın.”[3] hadîs-i şerîfinde yer alan tehdide koşar gibidirler.
Onların Kur’ân okumaları, kendilerini küfürden başka bir şeye sevk etmez. Zira Kur’ân-ı Kerîm, halisane niyetle yaklaşanları hakikate sevk eder; farklı gayelerle yaklaşanları ise büyük bir azaba…
Yaşadığımız zamanın âhir zaman olduğu konusunda hiç şüphe yok. Birtakım alâmetler de bu durumu doğrular nitelikte. Daha düne kadar sonsuz derecede saygı gören âlimlerimiz şimdilerde sahipsiz gibiler ve pervasızca tahkir edilmekteler. Masa-sandalye bulup eline bir de mikrofon alan her muhteris, onların aleyhinde dilediği gibi savurup durabilmekte.
Sayısız kez şahit olduğumuz bu içler acısı durum, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin kıyamet alâmetleri arasında zikrettiği, ürpertici bir durumdur. İlgili nebevî ikaz şöyledir: “…Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri önceki atalarını lanetlediği zaman bir kızıl rüzgâr veya topluca yere batmak veya şekil ve kılık değişmesi gibi belaları bekleyin…”[4] Bir başka hadîs-i şerîfin ilgili kısmında da yine aynı vurgulara şahit olabilmek mümkündür: “…Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri önceki atalarına lanet okudukları zaman kızıl rüzgârını ve depremleri gözetleyin…”[5]
Sorgulandıklarında Islah Edici Olduklarını Söylerler
İlmi, kaynağından bizzat almış olan ulemanın görüşlerine aykırı birtakım görüşler ortaya atarak kendi görüşlerinin doğru, onların görüşlerininse yanlış olduğunu iddia eden ve insanların karşısına, dile getirildiği güne gelinceye kadar hiçbir şekilde zikredilmemiş görüşlerle çıkanlar sorgulandıklarında ıslah için uğraştıklarını, dini, aslına çevirmek (tecdîd) için gayret gösteren kimseler olduklarını savunurlar. Onların bu savunularına asla aldanmamalıdır. Zira onların bu iddiası Kur’ân-ı Kerîm’de açık bir şekilde şöyle reddedilmiştir:
[وَاِذَا ق۪يلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْاَرْضِۙ قَالُٓوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ]
“Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler.”[6]
Aykırı görüş sahibi bu kimselerle ilgili sünnetin verdiği hüküm de son derece ağırdır: “Âhir zamanda yalancı deccallar olacaktır. Onlar, sizin ve babalarınızın işitmediği hadislerden (sözlerden) size gelirler (söylerler). Siz, kendinizi onlardan ve onları kendinizden uzaklaştırınız. Uzaklaştırınız ki, sizi kötü yola saptıramasın ve fitnenin içine düşüremesinler.”[7]
Ulemâya ve İlmî Mirâsa Sahip Çıkmak Mukaddes Bir Vazifedir
Tarih boyunca ilmî alanda, matematiksel hesaplara sığmayacak kadar çok ve hacimli kitaplar yazıldı. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek ayak izlerini dahi takip eden Sahâbe ve onların yolundan hiçbir zaman ayrılmayan kudemâ, ilmî müktesebatı büyük bir emek ve büyük bir gayretle, binlerce yıl öteye yani bizlere kadar ulaştırdılar. Bugün bu müktesebat, boy hedefi hâline getirilmiş durumda. Ne kadar acıdır ki, müktesebata ve bu kudsî birikimi ortaya koyanlara hücum edenler, almış oldukları payeleri ve üzerlerine yapıştırılmış olan etiketleri dahi işbu müktesebata borçlu olan kimselerdir. Zira onlar, fakültelerinde de, tevarüs edilmiş kitapları okumuşlardır; akademik kariyerleri boyunca yükseldikleri mevkilerde de…
Bizler, o mirasyediler gibi olmayacak, muazzez âlimlerimizin mukaddes birikimine hayatımız pahasına da olsa sahip çıkacağız. Zira Kur’ân’a ve Sünnet’e sahip çıkmanın yolu, bu mirası samimiyetle sahiplenmekten geçmektedir. Peygamber Efendimiz ’in: “Ümmetimin fesada gittiği zamanda kim benim sünnetime sarılsa ona yüz şehit sevabı vardır.”[8] müjdesine talip olmak, ancak bu şuura ermekle mümkün olabilecek bir şeydir.
Ehemmiyetine binaen, yapmamız gereken bu müdafaanın ve sünnete sarılmanın lüzumu bugün bizler için, bir vazife keyfiyetini dahi çoktan aşmış, hayatî bir konu hâline gelmiştir. Yeni yetişen, konunun şuuruna ermiş şahsiyetli nesillere; bu sorumluluğu omuzlayıp gereken mücadeleyi verecekleri ve Allah Te‘âlâ’nın muradına uygun olanı ortaya koyacakları hususunda inancımız ve güvencimiz tamdır…
Dipnotlar
[1] Buhârî, Tefsir (Rûm), 2.
[2] Hâkim, el-Müstedrek, 4/504, No. 8412.
[3] Tirmizî, Tefsir, 1.
[4] Tirmizî, Fiten, 38, No. 2210.
[5] Tirmizî, Fiten, 38, No. 2211.
[6] Bakara Sûresi, 11.
[7] Müslim, Mukaddime, 6.
[8] el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1/41; Taberânî, el-Mu‘cmeu’l-Kebîr, No. 1394; el-Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, 7/282.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin