Toprak; temizliği ve şerefi, altı ve üstüyle zenginliklere sahip oluşu ve aslı itibarıyla üzerinde ibadet edilmeye lâyık bulunuşu bakımından, Allah Teâlâ’nın mahlûkatına bir lütfudur. Bununla beraber, yaratılmışların en şereflisi olan insanoğlunun atası Hazreti Âdem’in, beden-i cismanîsinin de ana maddesidir.[1]
Latince “Güneşin doğduğu yer” anlamına gelen “Anatoli” sözcüğünden evirildiği ifade edilen[2] ve bugün bize yurt olan Anadolu da, Allah Teâlâ’ya ibadetin hakkıyla ifa edilmeye en lâyık olduğu kara parçalarının başında gelir. Bu hakikate mukabil bu topraklar, tarih boyunca zaman zaman üzerinde şirk koşanların yaşadığı, putlarla dolu bir çehreye bürünmüştür.
Tarihi 5500 sene kadar geriye gidebilen medeniyetlerin beşiği Anadolu bir dönemi, ayrı ayrı kavimlere ev sahipliğiyle geçirdi.[3] Marmara, Karadeniz ve Ege deniziyle çevrili, İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla Avrupa’dan ayrılan bereket membaı bu diyarın dört bir yanında, dört ayrı mevsim yaşanır; sene boyunca defalarca mahsul alınır. Bu müstesna diyar, bitki örtüsünden yeryüzü şekillerine; ovalarından vadilerine; dağlarından yer altı kaynaklarına kadar yeryüzünün eşsiz coğrafyaları arasında yer alır.
İslâmiyet’ten Önceki Dönem
Anadolu’nun tarihi, geçmişi ifade ettiği gibi gelecekte İslâm sancağına ev sahipliği yapacağının da habercisidir. Hititler devrinde vuku bulan Kadeş Savaşına son veren, tarihin -bilinen- ilk yazılı antlaşmasının taraflarından biri, bu toprakların hâkimiydi.[4]
Anadolu, M.Ö. 546 senesinde Perslerin hâkimiyeti altına girer. Büyük İskender’in seferi neticesinde bir süre onun tahakkümü altında kalır. M.S.1. asırda Romalıların devri başlar; bundan itibaren ‘Rum Diyarı’ olarak anılır; uleması ve bilgini de “Rûmî” şeklinde nisbelenir. Hıristiyanlığın resmî olarak benimsenmesinin ardındansa maatteessüf teslis akidesinin revaç bulduğu bir yere dönüşür.
Özellikle 4. Asırda vuku bulan kavimler göçü sonrası bölgeye yerleşen topluluklar, Roma İmparatorluğunun doğudaki sınırları için tehdit oluşturdu. İmparatorluğun doğu kanadını koruyabilme adına birtakım tedbirler alındı; devlet 395 senesinde ikiye bölündükten sonra -o zamanki adıyla- “Konstantinopolis” yani İstanbul başkent yapıldı.
Müslümanların Anadolu’ya İntikali
İslâmiyet’in Anadolu’da büyük ölçüde yayılışı 11. asır ile 14. asır arasında bir süreci kapsar. Kusem b. Abbâs radıyallâhu anhümâ gibi sahâbîler Türkistan bölgesini irşad ederken, Ebû Eyyûb el-Ensârî radıyallâhu anhüm gibi sahâbîler de Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellemin müjdesine nailiyet için İstanbul’a ayak bastılar. Defalarca muhasara edilen İstanbul’un fethi, 15. asra kadar nasib olmadı. Seferle gelip kalan mü’minler, mescid inşa edip tebliğlerini sürdürdüler.[5]
Anadolu’da bu durum vaki iken Horasan bölgesi ve Azerbaycan çevresi İslâm ile büyüyüp gelişmişti. Bölge artık aldığı göçü kaldırmakta son derece zorlanmaktaydı. Bu durum, bazı halklar için yurt arayışına girilmesine sebep oldu. En müsait bölge, Anadolu’nun doğu ve güneydoğusu idi. Bazı topluluklar böylece yazlık ve kışlak edinme gayesiyle Anadolu’ya yerleştirildi. Yerleştirilen bu kesim daha çok akıncılardan oluşuyordu. Dolayısıyla Anadolu içlerine sefer düzenleyerek bazı bölgeleri de zapt etmişlerdi. Münferit bir kısım göç hareketlerini hariç tutarsak Anadolu’ya ciddî şekilde Müslüman göçünün bu yerleştirme vesilesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Anadolu’nun aldığı bir başka göç dalgasını, bölgenin -o devirdeki- büyük devletleri olan Karahıtaylarla Hârizmşahlar’ın arasındaki mücadele sebebiyle göç etmek zorunda kalan müslümanların Anadolu topraklarına intikali oluşturur. Özellikle ulema sınıfının bölgeye girişi ise 1220’li senelerde yaşanan Moğol istilâsının ardından gerçekleşmiştir.
İslâm’ı Benimseyen Devletlerin Çevrelediği Bölge
1071 senesinde elde edilen Malazgirt Zaferi, Anadolu’nun kapılarını İslâm’a ardına kadar açtı. Bundan sonra, itikadda Mâtürîdî, amelde Hanefî mezhebinin esaslarını benimsemiş ve tekke kültürüyle yoğrulmuş Yesevî yolunun erenleri Anadolu içlerine doğru tebliğ ve irşad faaliyetlerinde bulundular. Anadolu içlerinde Mâtürîdî-Hanefî çizginin ağırlığının sebebi de bu arka plana dayanmaktadır. Büyük Selçuklu Devletinin tarih sahnesinden çekilmesinin ardından beylikler dönemi başladı. İlhanlı hükümdarı Gazan Han’ın İslâmiyet’i, devletinin resmî dini olarak kabulü, bölgede yaşayan halkın ihtidasını son derece hızlandırdı.
Tasavvuf Etkisi
İslâm’ın Anadolu’daki yayılışında hiç şüphesiz en büyük pay, Yesevî mürşidlerine aittir. Bilhassa Lokman Perende kuddise sirruhûnun halifelerinden olan Hacı Bektâş-ı Velî kuddise sirruhûnun irşad faaliyetinden büyük bereket hâsıl oldu. Anadolu içlerine kadar ilerleyen veliler, gönüllere hitap ederek pek çok ailenin ihtidasına vesile oldular. Özellikle Moğolların Anadolu’yu terk etmelerinin ardından Ahîlik[6] teşkilâtı hem bölgenin manevî ve kültürel dönüşümüne hem de Osmanlı’nın küçük bir beylikten büyük bir cihan devleti yolunda büyüyüp gelişmesine vesile oldu.
Bizans tekfurlarıyla, İstanbul’un fethine kadar süren mücadeleler, Osmanoğulları beyliğinin zaferleriyle neticelendi. Hızlı bir ilerleyiş gerçekleşti ve Osmanlı’nın sınırları kısa süre içerisinde İstanbul’un surlarına kadar dayandı.
Tarihin Mühim Dönüm Noktası: İstanbul’un Fethi
Osmanlı’nın “İ‘lâ-yi Kelimetullâh” davası yolundaki fedakârlıkları, İslâm’ın fiilî olarak üç; manevî olarak beş kıtaya yayılmasına vesile oldu. Asya’daki ilmî ve fikrî yönden gelişimin Avrupa’ya geçiş köprüsü olacak İstanbul’un fethine doğru adım adım ilerliyordu zaman. Napolyon’un: “Kim orayı elde ederse dünyaya hükmeder.” ifadeleriyle önemini dile getirdiği İstanbul’un, İslâm’ın hâkimiyetiyle müşerref olma vakti gelmişti.
İstanbul, tarih boyunca hep kıymetli bir şehir olmuştu; lâkin müslümanlar için bu şehri kıymetli kılan, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellemin müjdesiydi.
Fetih Hadîsi Hakkında Bir Fasıl
حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ اَبِي شَيْبَةَ، وَسَمِعْتُهُ اَنَا مِنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ مُحَمَّدِ بْنِ اَبِي شَيْبَةَ، قَالَ ثَنَا زَيْدُ بْنُ الْحُبَابِ، قَالَ حَدَّثَنِي الْوَلِيدُ بْنُ الْمُغِيرَةِ الْمَعَافِرِيُّ، قَالَ حَدَّثَنِي عَبْدُ اللَّهِ بْنُ بِشْرٍ الْخَثْعَمِيُّ، عَنْ اَبِيهِ، اَنَّهُ سَمِعَ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: «لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْطِينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْاَمِيرُ اَمِيرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ». ذَلِكَ الْجَيْشُ قَالَ فَدَعَانِي مَسْلَمَةُ بْنُ عَبْدِ الْمَلِكِ فَسَاَلَنِي فَحَدَّثْتُهُ فَغَزَا الْقُسْطَنْطِينِيَّةَ.
Müellif dedi ki; bana Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe’nin tahdisen bildirdiğine göre, (Abdullah b. Ahmed dedi ki; bu hadisi Abdullah b. Muhammed b. Ebî Şeybe’den ben de işittim.) ona Zeyid b. el-Hubâb’ın tahdisen, ona el-Velid b. el-Muğîre’nin tahdisen, ona Abdullah b. Bişr el-Ğanevî’nin tahdisen bildirdiğine göre, onun da babasından [Bişr el-Ğanevi (Radıyallahu Anh’dan] naklettiğine göre o, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellemi şöyle buyururken dinlemiştir: “İstanbul (Konstantiniye) mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”[7]
Bu müjdeye nail olabilmek ve İslâm sancağını en yükseğe taşıyabilmek için ilk asırdan itibaren seferler düzenlenip kuşatılan İstanbul’un fethi, bütün hükümdarların rüyalarını süslüyordu. Yıldırım Bâyezid güçlü bir kuşatma gerçekleştirmişti ki bu kuşatma Timur’un Anadolu üzerine hareketiyle son buldu. Avrupa’da önemli fetihler gerçekleştiren 2. Murad da İstanbul’u fethe muvaffak olamadı. Ezelde takdir edilmiş, yazılmıştı Fatih Sultan Mehmed Han’a İstanbul.
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethini müteakip kuzeydeki fetihleri tamamladı; Trabzon’un fethiyle büyük bir tehdidi ortadan kaldırdı. Batıya yönelmek istediyse de ömrü vefa etmedi.
Rumeli’deki Tekkeler
İslâm dini tarih boyunca irşad ve kılıç üzerinde, daima iki kanatla yükseldi. Bir yandan akıncılar seferler düzenlerken, diğer yandan da ihtida için ziyaretler tertip eden tebliğ ve davet gönüllüleri hareket hâlinde oldular. Rumeli’nin ve Avrupa içlerinin İslâmiyet’le tanışması bölgede kurulmuş olan tekkeler vasıtasıyla gerçekleşti.
Günümüzde Balkanlara düzenlenen birtakım gezi ve seyahatlerde, bölgedeki tekkelerin faaliyetlerinin tesirini müşahede edebilmek mümkünüdür. Nitekim günümüzde devlet ricalinin düzenlemiş oldukları bazı ziyaretlerde de bu konuya dair birtakım örnekler medyaya yansımaktadır.
Mevcut Hastalıkların Yegâne İlacı: Kadim Mirasımız
Boğuşmakta olduğumuz büyük bir sorun sarmalının odağındayız. Ateist cereyanlar yalnızca İslâm dünyasını çevrelemiş durumda değil; günümüzde “din” olarak inanılan her ne var ise hepsini çepeçevre kuşatmış durumdadır. 2. Dünya savaşının vuku bulduğu dönemde alevlenen bu hareket ciddî şekilde ivme kazandıktan ve bilhassa genç dimağları ifsat ettikten sonra, irtifa kaybetti. Bu tehlikenin nüfuz edemediği alanda ise bir başka tehlike olan “Deizm” akımı taarruza geçti.
İnsanları Kur’ân-ı Kerîm’e çağırdıkları iddiasıyla hareket eden sözde ıslahatçılar toplumu, omurgası yıkılmış, her türlü akıma karşı savunmasız bırakacak bir anlayışa sürükleme çabasındalar.
Hadis inkârcılığı konusunda oryantalistlerin[8] ağzından konuşan, sırası geldiğinde toplumu millî ve manevî bütün değerlerden soyutlayarak rüzgârın önündeki kuru yaprak misali meçhul bir akıbete sürüklemeyi ve kolay bir şekilde yönlendirebilmeyi amaçlayan, kökleri dışarıda ayrık otları var aramızda. Savunularını yaldızlı ifadelerle süsleyen, karanlık yüzlerine rağmen sevimli ve sempatik gösterilmeye çalışılan yeni sürüm düşmanlarla karşı karşıya bulunuyoruz.
Peygamberlerin mirası olan ilim; bizim kadim mirasımızdır. Kesintisiz icazet yoluyla bizlere intikal etmiş olan ilmî ve fikrî birikim, dünden bugüne istisnasız bütün sorunlarımızın yegâne çözüm kaynağıdır.
Tarihe bakıp haçlı seferlerini ve Moğol istilâsı gibi yıkıcı hâdiseleri hatırladığımız gibi, altın harflerle kazınmış zaferleri de hatırlamalıyız. Problemlerimizi bu tarihî veriler ışığında değerlendirmeli ve sorumluluğu bütün ağırlığıyla omuzlarımızda bulunan bu mirası muhafaza ederek bizden sonraki nesillere aktarmayı, vazgeçilmez bir vazife olarak görmeliyiz.
Dipnotlar
[1] Hazreti Âdem’in topraktan yaratıldığı, Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir te’vile mahal bırakmayacak bir açıklıkta beyan edilmiştir. Evrim ya da ortaya atılmış diğer birtakım teorilerin kabulüne kapı aralamak gayesiyle Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tahrifata varan tavırları bırakın kabul etmeyi, müsamaha ile karşılamak dahi bir mü’min için kabul edilemez hatta kabulü teklif dahi edilemez bir şeydir!
[2] Metin Tuncel, “Anadolu”, DİA, 3/107; MEB İslâm Ansiklopedisi, 1/429-431.
[3] Bahsi geçen dönemde Anadolu’da bulunan milletlerin nüfuz sahibi olanları arasında; Frigya, Lidya, Karya, Misya, Likya, Bitinya; Urartu ve Kapadokya zikredilir.
[4] Kadeş savaşı, Mısır firavunu II. Ramses ve Hitit kralı II. Muvatalli arasında gerçekleşen savaştır. Bkz. Sedat Alp, Hitit Çağında Anadolu, Tübitak, İstanbul, 2000, s. 159; Bülent İplikçioğlu, “Anadolu”, DİA, 3/110.
[5] İslâm tarihinin şanlı komutanlarından Mesleme b. Abdülmelik Mervan rahimehullâhın komutasında gerçekleştirilen seferde Galata’ya gelen İslâm ordusunun burada bir cami inşa ettiği ve bu caminin “Arap Camii” olarak adlandırıldığı kaydedilir. Konuyla ilgili detaylı malûmat için bkz. Semavi Eyice, “Arap Camii”, DİA, 3/326-327.
[6] Ahî Evran adıyla bilinen Şeyh Nasüriddîn Mahmud el-Hûyî kuddise sirruhû tarafından kurulduğu belirtilen tasavvufî yardımlaşma teşkilâtı. Bkz. Yusuf Turan Günaydın, Ahîlik, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul, 2015, s. 39-55.
Şeyh Nasüriddîn Mahmud el-Hûyî kuddise sirruhûnun tasavvufî nispetinin Şeyh Evhadüddîn Kirmânî kuddise sirruhûya dayandığı belirtilir. Bu zat, Abbâsî halifesi en-Nâsır’ın kurdurmuş olduğu fütüvvet anlayışı ve teşkilâtının Anadolu’ya intikalini sağlayan zattır.
[7] Fetih hadîsi olarak bilinen bu hadîs-i şerîf pek çok kaynakta kayıtlı bulunmaktadır: Ahmed ibnü Hanbel, el-Müsned, 4/335; Buharî, et-Târihü’l-Kebîr, 1/81, et-Târihu’s-Sağîr, 1/306; el-Bezzâr, el-Müsned, 2/308; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, 2/38; Hâkim, el-Müstedrek, 2/422; Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, 6/219 vd.
Fetih hadîsini bazı kimseler ideolojik saiklerle, bazıları da muhtelif gayelerle taz‘îf etmeye (zayıf saymaya) çalışırlar. Onların argümanlarının başında, hadîs-i şerîfin, Kütüb-i Sitte’de yer almaması gelir. Oysaki Kütüb-i Sitte’de bu hadîsin manasını destekleyen bazı rivayetler bulunmaktadır. Fetih hadîsi her ne kadar ravilerinden birinin meçhul olması (tanınmaması) sebebiyle zayıf sayılmaya çalışılıyorsa da ravinin isim ve künyesi konusunda bir ihtilâftan bahsedilmekle birlikte, sahâbî olarak bilinen biri olduğu belirtilmektedir.
Konstantiniyye’nin fethedileceğine dair Kütüb-i Sitte’de geçen destekleyici hadîsler, ümmetin, ilk devirlerden itibaren İstanbul’u fethetme konusundaki gayretleri ve özellikle de büyük komutan Mesleme b. Abdülmelik Mervan rahimehullâhın İstanbul kuşatması için hareket etmeden önce bu hadîsi duyduğunu beyan etmesi, hadîsin mutemed (güvenilir) bir hadîs olduğu yönündeki tespiti desteklemektedir. Hadîs hakkında konuşmayı imkânsız kılacak en önemli husus da fethin gerçekleşmiş olmasıdır. Dolayısıyla hadîsle ilgili aksi yöndeki değerlendirmeler –daha önce de ifade ettiğimiz gibi- ideolojik saiklerle söz konusu olan birtakım kıymetsiz değerlendirmelerden ibarettir.
[8] Doğu dünyası, dünden bugüne batının ve batılıların her daim ilgisini çekmiştir. Doğuyu; sanat, tarih, edebiyat dil ve din açısından, doğuluların kendilerini incelediklerinden daha fazla incelemişlerdir. Bu inceleme bazı dönemlerde doğuya siyasî ve idarî açıdan nüfuz etmeye yönelik bir kimliğe de bürünmüştür. Bu alana “Oryantalizm”; alan çalışmasını yürütenlere ise “Oryantalist” denilir. Detaylı bilgi için bkz. Yücel Bulut, “Oryantalizm”, DİA, 33/428-436.
Bizim bu konuya atıf yapma sebebimiz de bahsetmiş olduğumuz dinî veya idarî-siyasî açıdan nüfuz gayesidir. Onlar birçok ülkeyi, bu faaliyetleri kullanarak yıkmış ya da bölmüş, dinî alana ait şüpheleri de yine bu faaliyetler yoluyla zerk etmişlerdir. Bu faaliyetler hakkında detaylı malûmat için Ahmet Tahir Dayhan’ın “Memalik-i Osmaniyye’yi Keşfe Çıkan Oryantalistler” adlı eseri tavsiyeye şayandır.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin