Kur’ân-ı Kerîm’de “etrafı mübarek kılınan yer”[1] olarak zikredilen Mescid-i Aksa, Kâbe-i Muazzama ve Mescid-i Nebevî ile beraber harem kılınan, yeryüzünün müstesna mekânlarından biridir. Bu mukaddes toprakların tarihi, peygamberler tarihiyle eşdeğer olduğundan, o peygamberlerin hakikî varisleri olan bizler için -nerede ikamet ediyor olursak olalım- hayatî önemi haizdir.
Mezkûr önemine binaen Mescid-i Aksa’nın esaret altında bulunması bizim en mühim gündemlerimizdendir. Mü’minler bu mübarek mescidi esaretten kurtarmak için canları da dâhil olmak üzere bütün varlıklarını ortaya koymaya hazırdırlar.
Bu hakikatle beraber, dinimize göre bir kimsenin problemlerin çözümü konusunda tedrici bir yol izlemesi, yani sorunlarını öncelik ve sonralık açısından sıraya koyması, bu sıralamayı yaparken de daha yakınında duran ve çözüm bekleyen sorunlara öncelik vermesi daha doğru olandır.[2]
Hülâsa; esir mescidleri esaretten kurtarma konusunda gerçekçi düşünen bizler için sorunun çözümünde -Kudüs’ü ve Mescid-i Aksa’yı gündemimizden hiçbir zaman çıkarmamakla beraber- göz ardı etmememiz gereken yer, yanı başımızda duran Ayasofya ve çevremizdeki diğer esir mescidlerdir. Aynı zamanda bu yaklaşım, Mescid-i Aksa’yı dava edinme konusundaki samimiyetin de önemli bir göstergesi olacaktır.
Mescid-i Aksa ile ilgili tepkiler elbette ki ardı arkası kesilmeksizin dile getirilecek, ilgili mercilere gereken uyarılar yapılıp haklı talepler iletilecek; fakat inanç, amel ve kültür bütünlüğünde, düşmana karşı tam bir muhalefet de beraberinde sergilenecektir. Bilhassa finans ve gıda gibi alanlarda dünyayı pençesine almış olan düşmana karşı uygulanacak olan boykot, netice açısından en sağlıklı iş olacaktır. Aksi takdirde, düşmanın ürettiklerini tüketen kimseleri bir araya getiren mitinglerin ve muhtelif toplantıların kalıcı bir çözüme vesile olmasını beklemek sonuçsuz iyimserlikten başka bir şey olmayacaktır.
Dünya, Kadim İstanbul Tarihinin Günümüzdeki Varlığını Osmanlı’ya Borçludur
Hristiyan dünyası, İstanbul’a ve hassaten Ayasofya’ya sahip çıkmamış; bilâkis tahripkâr bir tavır benimsemiştir. Haçlı seferleri sırasında ve bilhassa Lâtin istilâsı sürecinde İstanbul, Katolikler tarafından ciddi şekilde tahrip edilmiş, bu tahribattan nasibini Ayasofya da fazlasıyla almıştır. Bu istilânın evvelinde büyük mabet Ayasofya iki kez tamamen yıkılmış ve 3 kez tekrardan inşa edilmiştir. Bugün ayakta duran Ayasofya da 3. kez inşa edilmiş olan yapıdır.
Doğu Roma İmparatorluğu’nun başşehri, fethin arifesinde imparatorluk sarayı dahi harap olmuş bir durumdaydı. İstanbul’u fethettiğinde viraneden farksız bir manzarayla karşılaşan Fatih Sultan Mehmed Han müşahede ettiği vahameti, şu fârisî beyitle ifade etmiştir:
“Perdedâri mîküned der kasr-ı Kayser ankebût
Bûm nevbet mîzened her kubbe-i Efrâsiyâb”
(Kayser’in kasrında örümcek perdedarlık ediyor,
Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.)[3]
İslâm’ın hâkimiyetiyle birlikte İstanbul’da Ayasofya’nın yanı sıra diğer bazı kiliseler de mescide dönüştürülmüş, Bizans’tan kalan eserlerin diğer kısmı ise korunarak imaret vd. hizmetlere tahsis edilmiştir.
Bizans’tan kalma birçok eser günümüzde hâlâ ayaktaysa, dünya sanat tarihi bunu Osmanlı’ya borçludur. Zira Osmanlı’nın, bir şehri fethettiğinde hazır bulduğu tarihî eserlere sahip çıkması, onları tamir etmesi ve hizmete elverişli hâle getirerek depremlere, yangınlara vd. afetlere rağmen ayakta tutması, bu kadim tarihi günümüze taşımıştır. Hatta Osmanlı’nın Ayasofya’ya hizmetleri, fetih henüz gerçekleşmeden önce Sultan 2. Murad Han devrine kadar geriye götürebilmektedir.[4] Dolayısıyla diğer birçok eser gibi Ayasofya Camii’nin de inşasının üzerinden 1500 sene geçmesine rağmen dev kubbesiyle beraber hâlâ ayakta oluşu, Osmanlı’nın medeniyet anlayışının bir sonucudur.
Mescidi Yıkmak Binayı Tahripten İbaret Değildir
Allah Teâlâ, mescidlerde adının anılmasını, yani ibadet edilmesini engelleyenleri mescidleri yıkan kimseler olarak nitelendirmiş ve onları zalimlerin en büyüğü, ahirette büyük bir azaba duçar olacak kimseler olarak tavsif etmiştir.[5] Dolayısıyla mescid olarak inşa edilen ya da sonradan mescid olarak ibadete tahsis edilen yapıları farklı kullanım amaçlarına yönelik hâle çevirmek, mescidi yerle yeksan etmeye eşdeğer bir hareket olarak kabul edilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edildiğine göre, mescidlerin ayakta olması ve bu yapılar içerisinde ibadet ve zikrin devam etmesi, Mevlâ Teâlâ’nın nusret ve nimetinin de vesilesidir.[6] Dolayısıyla günümüzde bu nusret ve nimetten büyük ölçüde mahrum durumda bulunuşumuzun sebepleri arasında bu gibi eksikliklerimizin bulunduğu gerçeğini unutmamamız lâzımdır.
Mescidleri İnşa Etme Emri
Yaratılışının insana yüklediği mükellefiyetlerden birisi de yeryüzünü mamur etmektir. Bu vazifenin muhtevasında mescid imar etmenin müstesna bir yeri olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’de faziletiyle beraber açıkça beyan edilmiştir.[7]
İlgili ayet-i kerimelerden anlaşıldığına göre mescidleri imar etme emri, onları yalnızca taşlarla, duvarlarla ve betonlarla ayağa dikip yükseltmekle sınırlı olmayıp cemaatle doldurmaya ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun işlev kazandırmaya yönelik bir emirdir. Bu emrin bugün bize bakan en önemli yönü, cami ve mescidlere sahip çıkmak, onları cemaatle doldurmak ve ilmî faaliyetlerle süslemektir.
Fethin Sembolü Ayasofya
Ecdadımız, fethederek kapılarını İslâm’a ardına kadar açtığı şehirlerin en büyük mabedini, fethin sembolü olması açısından mescide dönüştürmüştür. Ayasofya da Hristiyanların İstanbul’daki en önemli mabedi olarak fethi müteakip mescide dönüştürülmüş ve Şeâir-i İslâm’ın şehirdeki baş unsuru hâline getirilmiştir. Ayasofya bu hususiyetiyle İslâmî şuura sahip tüm mü’minlerin dava edindiği bir mesciddir. Bugün bir davaya dönüşmüş olan Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılmasına yönelik sahiplenmeler, onun kapanışı sırasında ve günümüze kadar kapalı kaldığı süre boyunca yaşadığımız gaflet uykusunu unutturmamalıdır.
Osmanlı devrinin sonlarıdır. Beyoğlu’nda bulunan Rus Sefarethanesinin inşası için memleketimize gelen İtalyan Fossati kardeşlerin Ayasofya Camii’ni tamir etmeleri talep edilir ve talebin kabulüyle beraber tamirat başlar; cami ibadete kapatılır. Kiliseden dönüşmüş bir yapı olduğundan sıvaların altında bulunan freksler (resimli ve figürlü mozaikler) ortaya çıkarılır ve üzeri alçıyla örtülmeden önce -bu iki mimar tarafından- fotoğraflanır.
Tamirat biter, Ayasofya Camii hizmete açılır. Fakat bu iki mimar, Ayasofya’nın mozaiklerinin resimlerini basına servis ederek gündem oluştururlar. Batı dünyası, Fetihten önceki dönemden kalma mozaiklerin hâlâ sağlam bir şekilde durmakta olduğunu öğrenince Ayasofya’yı diş politikayla ilgili her fırsatta ve bilhassa yeni devletin kuruluşu konusunda aktüel bir politika olarak öne sürer. Hatta Ayasofya’yı kurtarma yani -kendileri nazarında- aslî hüviyeti olan kilise kimliğine dönüştürme komitesi dahi kurulur.
Osmanlı’nın büyük baskı altında bulunduğu hatta İstanbul’un dahi işgal edildiği dönemde yapılamayan şey, 1931 senesinde yapılır. Ayasofya Camii’nin kapısına, yeniden tamirat başlayacağı gerekçesiyle kilit vurulur. Aradan birkaç sene geçip de 1935 senesine gelindiğinde Ayasofya Camii’nin kapısında artık müze olarak açıldığına dair bir ilân görülür. Netice olarak batılılar bu mukaddes mabedi kiliseye çevirmeyi başaramamış; ama müslümanların ibadetine kapatmayı başarabilmişlerdir.
Konunun Siyasî Veçhesin Anlaşılması, Çözümünün İfadesidir
Ayasofya Camii’nin ibadete kapatılmasının siyasî bir netice olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Tadilat gayesiyle kapatılan ve daha sonra müzeye dönüştürülen bu caminin mevcut durumu bizi, fetihle olan manevî bağımızın kuvvetini sorgulamaya ve derin bir özeleştiriye sevk etmelidir. Hristiyan dünyasının Ayasofya’ya verdiği değerden, bizim, fethe verdiğimiz değer daha mı azdır? Hristiyan dünyasının İstanbul ve Ayasofya üzerindeki emelleri, Yahudilerin Mescid-i Aksa üzerindeki emellerinden çok mu farklıdır?
Restorasyonundan evvel viraneden farksızken tamirat ve tadilâtı tamamlanan yapıların aktif birer kilise olarak açılması ve bunun da iftihar vesilesi bir durum olarak haberlere yansıması karşısındaki sessizliğimiz, bu minvaldeki mevcut sorunlarımızın çözümünü değil; daha da çoğalmasını sağlayacaktır. Ayasofya Camii’nin de zaten böyle bir gaflet uykusu esnasında müzeye dönüştürüldüğü vakıası hatırdan asla çıkarılmamalıdır.
İğne ve Çuvaldız Darb-ı Meselinin Hatırlattığı Esir Mescidler
Mescid-i Aksa’nın esaretinden bahsedip maruz bırakıldığı esareti eleştirirken kendimize dönüp baktığımızda, yanı başımızda duran Ayasofya’nın ibadete hasret hâli dikiliverir karşımıza. Esir mescidler maatteessüf Ayasofya ile de sınırlı değildir. Onunla birlikte daha başka mescidler de Kariye Camii gibi ibadete ya tamamen kapatılarak ya da Fethiye Camii gibi kısmî olarak müzeye dönüştürülerek esaret altında bırakılmışlardır.
Ayrıca esaretten kastımız, yalnızca farklı kullanım amaçlarına tahsis edilip de ibadete kapalı bulunmak olmamalıdır. Zira geçmişte ibadet edilirken sair sebeplerle yıkılan ya da yıkılmasına göz yumulup günümüze ulaşmayan veya ulaşmışsa da kâmil bir şekilde ayakta olmadığından ibadete uygun hâlde bulunmayan pek çok mescid de ibadetle buluşma hasretiyle yanıp tutuşmaktadır. Bu mescidlerin yanına aynı kaderi paylaşan; tekke, zaviye, medrese, kütüphane vs. gibi diğer vakfiyeleri de eklediğimiz takdirde bu listemiz epeyce uzayıp gidecektir.
Günümüzde manevî ve maddî bütün varlığını, vakıf müessesesini fütuhatının merkezine yerleştiren ecdada borçlu olan bizler için bütün bu vakfiyeleri dava edinmek büyük bir borç ve omuzlarımızın üzerinde bulunan ağır bir sorumluluktur. Zira Ayasofya vakfiyesindeki beddua öne çıksa da, aynı durum vakfiyelerin tamamına şamildir.[8]
Son dönemde tarihî eserlerin tamirat ve tadilâtı, ayakta bulunmayan eserlerin yeniden gün yüzüne çıkarılarak inşası ve yapılış gayesine uygun hizmetlere tahsis edilmesine yönelik gayretler memnuniyet verici ve gelecek adına da ümit vericidir.
Binaların da bir maneviyatı ve ruhu vardır. Dolayısıyla ezân-ı muhammediyeye, kamete ve cemaate, tekbir seslerine hasret kalmış olan bu binaların hasretini gidermek yeryüzünü mamur kılma adına yapılabilecek en büyük hizmetlerden biridir.[9] Mescidlerin esaretiyle neticelenen bahsettiğimiz uyku hâli en kısa zamanda yerini, fethin sembolü olan Ayasofya Camii ile başlayıp diğer esir mescidlerle devam edecek mukaddes bir ihya zincirine bırakmalıdır.
Kudüs’teki Mescid-i Aksa, Endülüs’teki sair İslâm eserleri, yeryüzünün diğer coğrafyalarındaki İslâmî eserler ve memleketimizde Ayasofya Camii başta olmak üzere tüm esir mescidlerin yeniden hizmete açılarak hakkıyla ihya edilmesi; ekonomiden sanat ve kültüre varıncaya kadar her alanda büyük kalkınmalar kaydedilmesi temennisiyle…
Dipnotlar
[1] İsrâ Sûresi, 17/1. ayet-i kerimeden.
[2] Merhum Bediüzzaman, bu anlayışı; vazifeleri öncelik ve sonralık, ehem ve mühim açısından sıralamanın önemini beyan sadedinde, “Küçük dairede büyük vazife” ve “Büyük dairede küçük vazife” şeklinde bir taksimata tabi tutup örnekleyerek açıklamaktadır. Detaylar için bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, Şahdamar Yayınları, İstanbul, 2007, s. 189-190.
[3] Ahmet Şimşirgil, Kayı, Timaş Yayınları, İstanbul, c.2, s.173
[4] Evliya Çelebi, Seyahatnâme, Yapıkredi Yayınları, İstanbul, 2003, c.1, s.89
Bilhassa Ayasofya’nın minarelerinin inşasıyla ilgili nakledilen bilgiler şöyledir:
İlk minare, Fatih Sultan Mehmed Han devrinde; 2. Minare 2. Bâyezid Hân devrinde; 3 ve 4. minareler ise Mimar Sinan tarafından 2. Selim Han devrinde ilâve edilmiştir. Sonraki Osmanlı sultanları da depremlere vd. sebeplere bağlı olarak Ayasofya Camii’ni tamir ettirmiş ve sağlam bir şekilde ayakta kalması konusunda ihtimam göstermişlerdir. (Hasan Fırat Diker, “Belgeler Işığında Ayasofya’nın Geçirdiği Onarımlar”, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı Türk-İslâm Sanatları Programı, Yayınlanmış Doktora Tezi, İstanbul, 2010, s. 44-65.
[5] Bkz. Bakara Sûresi, 2/114
[6] Hac Sûresi, 22/40
[7] Tevbe Sûresi, 9/18
[8] Ayasofya vakfiyesi, hâtime bölümündeki bedduasıyla birlikte sık sık gündeme gelir. Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesinden bahsedildiğinde hemen bu detay hatırlanır. Bu durum bütün vakfiyelere şamil bir durumdur. Zira vakıf, vakfedilmekle birlikte, Allah Teâlâ’nın mülkü hâline gelen bir yer olmaktadır. Dolayısıyla vakfiyede, vakfın farklı bir şekilde dönüştürülmesine yönelik bir beddua bulunsun ya da bulunmasın, vakfedilme gayesi dışında kullandırılması fıkhen caiz değildir. Bu hükümler fıkıh metinlerimizin tamamında mevcuttur. Konunun anlaşılması açısından vakfiyelerin hâtimeleriyle ilgili şu genel bilgiler açıklayıcı ve mühimdir: “(…) Vakfiyenin hâtimesinde ilgili âyet ve hadisler yazılır; vakfiyeyi bozmaya veya vâkıf tarafından konulan şartları değiştirmeye teşebbüs edecek kimselere beddua edilir, metnin sonuna da şahitlerin adları kaydedilir.” “(…) (Vakfiyenin Beddua bölümünde) vakfa yönelik olumsuz tasarrufları önlemek için vakfiyeden vakfiyeye değişen lânetler ve beddualara yer verilmiştir…” Bkz. Osman Gazi Özgüdenli, “Vakfiye”, DİA, c. 42, s. 466; Hasan Yüksel, “Vakfiye”, DİA, c. 42, s. 469.
[9] Bir kimsenin ova gibi meskûn mahal dışında namaz kılarken ezan okuması ve ibadete kapalı eski bir mescide girdiğinde ezan ve kamet okuyarak orayı ihya etmesi tavsiye olunur. Ayrıca daimî imam-hatibi ve cemaati olmayan bir mescidde aynı vakit içerisinde cemaatin tekrarlanması hâlinde namazın ezan ve kametle kılınması mekruh görülmemiş hatta tavsiye edilmiştir. Bu farklılık da mescidlerin ihyasına yönelik bir değerlendirmenin neticesidir.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin