İnsanlığa otuz sene içinde iki büyük cihan harbi, soğuk savaşlar, gayrinizami harpler, istihbarat çatışmaları, sömürgecilik ve soykırımlar hediye ettiler. İşgal ettikleri kıtalarda yerlileri toplu katledip soykırıma uğrattılar. Kara Ölüm (Kara Veba/1346) ve İspanyol Gribine (1918) yakalananları alıp bakir coğrafyalara yerleştirerek halkları alçakça kırdılar. Son olarak çok azı hariç herkesi diz çöktürüp dozlarca aşıya, bile isteye mecbur ettikleri biyolojik savaşı insanlığa reva gördüler. Bir aşıdan bahsedeceğiz, onların tüm plânlarını yerle yeksan edecek bir aşıdan! Başta Âlem-i İslâm’ı ve vakti zamanı geldiğinde insanlığı ebedî felâh ufkuna yönlendirecek bir aşıdan…
Bizim aşının tarihi, ilk insan ve ilk peygamber olan Hazreti Âdem’in devrine kadar gider. Zira aşının ana unsuru olan tevhid esası, insanlara resullerin tebliğiyle ulaşmış ve nebiler, âlimler ve rehberler eliyle yakın-uzak coğrafyalara yayılmıştır. İstisnasız herkesin sorumlu olduğu icmali imanın kalplerde ve zihinlerde yerleşmesi işbu nebevî aşıyla mümkün olmuştur. Bundan sonra, inanca dair daha tafsilâtlı konularla karşılaşanların, muhatap oldukları oranda iman esaslarını bilmeleri, zaruriyât-ı dîniye terkibiyle ifade edilen, inanılması zorunlu hususları öğrenmeleri zaruriyeti doğmuştur.
İmanda Tereddüt İtikadda Duraksama Olmaz!
Bahsettiğimiz durumun bir adım sonrası ise cehalet mazeret kabul edilmediği gibi tevakkuf etmenin de câiz görülmediği bir konumdur. Böyle bir durumla karşılaşan kişinin vaziyeti ve yüklendiği sorumluluğun mahiyeti İmam Ebû Hanîfe rahimehullah tarafından el-Fıkhu’l-Ekber’de şöyle açıklanmıştır:
“İnsana tevhid ilminin inceliklerinden bir şeyi anlamak güç gelirse, bir âlim bulup meseleyi soruncaya kadar, Allah Teâlâ katında doğru olan ne ise onun hak olduğuna inanması gerekir. Sormayı ertelemesi câiz değildir. Kişi bu hususta tereddüt içinde beklemekle mazur sayılmaz. Eğer bu tereddüdünde devam ederse küfre düşer.”
İmam Ali el-Kārî rahimehullah bu ibareleri şöyle şerh etmiştir:
“Tevhid ilminin inceliklerinden maksat, imana aykırı düşen ve imanı sarsan şüpheler ve inkâr durumlarıdır. Âhirete iman etmekle ilgili hususlardır. İmâm-ı Âzam, şeriata ait bazı hükümlerde duraklamış bir şey söylememiştir. Çünkü bunlar İslâm şeriatı dâhilinde olan hükümlerdir. Ahkâma dair meselelerde duraklamak ve ihtilâfa düşmek rahmettir. Tevhid ve İslâm inancına ait meselelerde ihtilâfa düşmekse sapıklıktır, bida’ttir! Şeriata ait hüküm ihtiva eden meselelerdeki hatalar affedilir, belki bu hükmü çıkaran sevap da alır; fakat tevhid inancına ait meselelerdeki hükümlerde hataya düşmek küfürdür, günahtır. Bu hataya düşenler de me’cur (mükâfat sahibi) değil me’zûr, yani günahkârdır.”[1]
Yemek-İçmek Hatta Nefes Almaktan Daha Hayatî Bir Konu!
Vurgulanan noktaları misallerle daha anlaşılır şekilde şöylece açabilmek mümkündür:
Bir kimse Allah Teâlâ’nın zâtı, fiilleri, esma ve sıfatları konusunda kavrayamadığı bir şeyle karşılaştığında, “Ben bu konuyu kavrayamadım, inancım yok/inanmıyorum, burada duruyorum” dememeli, hiçbir şekilde inançsız kalmamalı, algısını muallakta bırakmamalıdır. Böyle bir durum karşısında derhâl, “Allah Teâlâ katında hakikat ne ise ona iman ettim, O’nun muradı doğrultusunda inandım” demeli ve bunu da genel olarak sıklıkla tekrarlamalıdır. Bununla beraber, konunun delillerine ve izahına erişememişse, “Öyle de olabilir, böyle de…” demek suretiyle ortada kalmamalı ve bilgi sahibi bir âlime ulaşmaya çalışmalı ve o âlimi/hocayı arama işini de asla ertelememelidir. Öğrenebileceği birini bulduğunda sorularını sorup şüphesini emin olma seviyesinde gidermelidir.[2]
Âmentü ve Tecdîd-i Îmân Duâsı Bu Arka Plâna Dayanır
İnanç esaslarını detaylarıyla kavrama ihtiyacı olmayanların “âmentü” olarak ifade ettiğimiz metinle iktifa etmeleri, “icmâlî îmân” olarak tanımladığımız durumu karşılamaya yeter. Lâkin günümüzde birçok şüphenin hemen her kesimden insanın gündemine gelmiş olması en azından şehirlerde yaşayan yahut medya ile iletişim hâlinde bulunan halk kitlesi için yeterli olmayabilir. Böyle bir durumda kişiler, şüpheye düştükleri konuları güçleri yetiyorsa okuyup araştırarak, yetmiyorsa ehline sorarak anlamaya çalışmalıdırlar.
Genellikle her Cuma gecesi camilerimizde hocaların toplu hâlde yaptırdıkları tecdîd-i îmân duâsında geçen “Âmentü billah ve bi-mâ câe min indillah, alâ murâdillah, ve âmentü bi-Resûlillah ve bi-mâ câe min indi Resûlillah alâ murâd-i Resûlillah” ibareleri de İmâm-ı Âzam Hazretlerinden naklettiğimiz, “Allah’ın katından geldiği ve muradında bulunduğu gibi iman ettim” yaklaşımının bir tür özeti niteliğindedir. Ulemanın kesin şekilde sabit olmayan bilgiler hakkında konuşurken sözlerini “En doğrusunu Allah Teâlâ bilir” diyerek tamamlamaları da bu hassasiyetin bir sonucudur.
Günümüzde İnsanlar İnkâra ya da Duraksamaya İtiliyor
Günümüzde Müslümanların itikadını bozmaya yönelik; daha çok usûlî temellerimiz açısından kabul edemeyeceğimiz, evrimi[3] de güncel bir örnek olarak zikredebileceğimiz türden bazı hususlarda mü’minleri “olabilir/olmayabilir” noktasına çekmeyi hedefleyen bir propagandanın varlığını görüyoruz. Burada aslında tali gözüken bir meselede, “Evrim Kur’ân-ı Kerîm’in konusu değildir, dolayısıyla kabul de edilebilir ret de” dediğiniz zaman usûlünüz sarsılıyor ve devamındaki önermelerin tümüne karşı filtresiz kalıyorsunuz.
Zaruriyât-ı Dîniye’den olan kader; kabir azabı, nüzûl-i Îsâ aleyhisselâm ve Mehdi aleyhi’r-rıdvanın zuhuru gibi ehl-i sünnetin temel itikad umdelerinden olan konular dikkat ederseniz inanılıp inanılmasında herhangi bir sakınca bulunmayan konular olarak takdim ediliyor.
Üzerinde durmaya çalıştığımız mesele, insanların ebedî hayatına etki edebilecek bir önem taşıdığından çok ciddidir ve maalesef tartışma cephesi bilhassa ateist ve deistlerin şüpheleri ve bu şüpheleri Kur’ân-ı Kerîm ile uzlaştırmaya çalışanların tavrı sebebiyle alabildiğine genişlemiş durumdadır. Bu noktada yapılması gereken temel şey, 4-6 yaş grubundan itibaren akîde aşısını çocuklarımıza psikolojik ve pedagojik uygunlukla yapmak ve devam eden eğitim-öğretim aşamalarını bu kararlılık ve sağlamlıkta ilerletmektir.
Diğer yaş seviyeleri için ise yerel yönetimlerle de koordinasyonlu şekilde akîde seminerleri ve dersleri düzenlenmeli, sahih itikad bilgileriyle tanışmamış hiçbir birey bırakılmamalıdır. Eskilerin, “Senede bir kez akaid risalesi okumayanın imanı, ilmihal okumayanın namazı zayıftır” sözüyle ifade ettikleri üzere bu dersler her sene tekrar edilmelidir.
Dipnotlar
[1] Ali el-Kārî, Şerhu Fikhi’l-Ekber, Dâru’l-Kütübi’l-Arabiyyeti’l-Kübrâ, Mısır, s. 100.
[2] Bkz. Ebubekir Sifil, Amentü Hassasiyeti, Ders: 16, 25-32.dk’lar arası (geçerli zaman url., e.t., 20 Temmuz 2021).
[3] Evrim teorisini usûl esasıyla Kur’ân-ı Kerîm’e göre değerlendirdiğimizde kısaca şunları söyleyebiliriz: İnsanın yaratılışıyla ilgili âyet-i kerîmeler; genel olarak insan türünün topraktan yaratıldığını, nutfe-alaka aşamasıyla yaratıldığını ifade eden ve Hazreti Âdem’in yaratılışını hususî olarak anlatan âyet-i kerîmeler olmak üzere üç gruptur. Bunlardan özellikle Hazreti Âdem’den bahseden âyet-i kerîmeler hususî anlatım içermekte, dolayısıyla insan türünün yaratılışını beyan eden âyet-i kerîmelere göre istisnaî bir durumu haber vermektedir. Dolayısıyla, evrimi âyet-i kerîmelerle uzlaştırmaya çalışanların düştüğü gaflet, Hazreti Âdem ile ilgili hususî anlatımları, insan türüyle ilgili genel anlatımlar içerisinde eritmektir. Kur’ân-ı Kerîm’e böyle bakıldığı takdirde herhangi bir konuda uzlaşabilmek mümkün olmayacağı gibi hiçbir bid‘at fırkanın görüşünü yanlışlayabilmek de mümkün olmayacaktır. Netice olarak, bu tavır hatalı olmakla beraber çok tehlikelidir ve evrim konusunda verilen bu tavizle sarsılan temel üzerinde itikaddan fıkha hiçbir unsur ayakta kalamayacaktır.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin