Kitapların kusurları arasında yazarların ertelemeleri önemli bir yer tutar. Daktilo devri de dâhil bilgisayar devrine kadar bu tür aksaklıklar mazur görülebilirse de, günümüz imkânları içerisinde böyle bir beklenti haklı karşılanmaz.
Bu ertelemelerin ilkini, yazım ve dil bilgisi kuralları ile noktalama işaretlerine riayette standart oluşturur. Kitabın gerek yazımı gerekse son okuması esnasında göze çarpan standart dışı biçimler, “Nasılsa en sonunda tuş kombinasyonuyla hepsini değiştiriveririm” düşüncesiyle ertelenir. Kitap uzun veya kısa olsun fark etmez, devam eden çalışma yorucu olur; matbaa süreci de sıkıntılı! Artık bir an önce basılsın der ve toplu düzeltmeyi ertelediğinizi unutursunuz. Netice olarak, kitabınızda yer alan standart dışı biçimler sizi bir sonraki baskıya kadar rahatsız eder durur.
Bahsettiğimiz ertelemelerin ikincisini ise; taslak çalışmanız esnasında kitabınıza kaydetmekle beraber geniş bir zamanda tahkik edip güncellemeyi plânladığınız yüzeysel bilgiler oluşturur. Gerçekleştirmeyi murat ettiğiniz tahkik ve düzenleme, daha önce bahsettiğimiz problemli süreç ve yoğunluk sebebiyle aklınızdan çıkar. Bu durum bazen eksikliğe, bazen yanlış anlaşılmaya, bazense maatteessüf bilgi hatasına sebep olur.
“Muhtasar Fıkıh Tarihi ve Hanefî Mezhebi”nde hem birinci hem de ikinci problem söz konusu oldu. Burada özellikle düzeltmemiz gereken bir nokta vardır ki; o da bir bilgi aktarımı sırasında “hicrî asrın, milâdî asır” şeklinde takdim edilmiş olmasıdır.
İlk bakışta basit gibi görünse de, aradaki süre 6 asır kadar uzun bir süreye, meselâ Osmanlı Devleti’nin ömrü nispetinde bir zamana tekabül etmektedir…
Tarihte Mühim Bir Dönüm Noktası: Tedvin
Sahâbe-i Kirâm devrinde ve onları takip eden tâbiîn ve tebei’t-tâbiîn devirlerinde pek çok müctehid yetişmiş ve Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerine ait fıkhî birikimin tedvinine bağlı olarak “dört mezheb“ terkibiyle ifade edilen yapı ortaya çıkmıştır. Bu muhkem yapı tarih boyunca muhafaza edilmek suretiyle mezkûr mezheblerin kurumsal özelliklerinin günümüze kadar taşınması sağlanmıştır. Dört mezhebe mensup müctehidler dışında kalan fukahaya ait fıkhî birikim tedvin edilmediğinden, artık zikrettiğimiz fıkhî mezheblerin haricinde herhangi bir mezheble amel edebilme imkânı kalmamış ve bu konuda bilâhare icmâ vaki olmuştur. İlim tarihinde geriye doğru gittiğimizde bu icmâın ne zaman vaki olduğuna dair bazı somut bilgilere ulaşabilmek mümkün olmaktadır.
“Dört Mezheb” Kabulünün Oluşumu
Dört mezheb dışında bir başka mezhebin taklid edilemeyeceğini savunanlar arasında ulaşabildiğimiz vefat tarihi en erken olan zat, Muğîsu’l-Halk fî İhtiyâri’l-Ehâk adlı eserinde, “Hükümlerinin tamamı tedvin edilmiş olmadığı için dört mezhebden başka bir mezhebi taklid câiz olmaz” diyen İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî’dir (v. 478/1085). Buna göre; saptama açısından V. (m. XI.) asrın önemli bir dönüm noktası olduğunu ifade edebilmek mümkündür. Aynı kanaate sahip, yaşadığı devir itibarıyla üst tabakada yer alan zatlardan bir diğeri de, “Dört mezheb imamından başkasını taklid câiz değildir” diyen İbnü’s-Salâh’tır (v. 643/1245).
“Dört imam” terkibinin ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda genellikle V. (m. XI.) asır işaret edilir.[1] Makdisî (v. 390/1000), IV. (m. X.) asırda Hanbelîleri ehl-i hadîs olarak farklı bir kategoride ele almakla birlikte, dört mezhebden bahsetmiş ve dördüncü mezheb olarak da Zâhirîyye mezhebini zikretmiştir. Aynı asırda yaşamış olan İbnü’n-Nedîm (v. 385/995), Zâhirîyye’yi tâbîleri bulunan mezhebler arasında saymış, ondan bir asır sonra yaşamış olan Ebû İshâk eş-Şîrâzî (v. 476/1083) de bu mezhebi beşinci mezheb olarak kaydetmiştir.
VI. (m. XII.) asra gelindiğinde farklı bir durum geliştiği, Abbâsî halifesi Nâsır-Lidînillâh‘ın (v. 622/1225) kadı atamalarını dört mezheble sınırlandırdığı ve aynı anlayışın bu sayede geniş bir coğrafyaya yayılım gösterdiği belirtilmiştir. Bu tarihî veriler VI. asrın artık dört imam dışında kalan müctehidleri taklid eden toplumların hemen hemen kalmadığı bir dönem olduğunu göstermektedir.[2]
Asırlar ilerleyip de Memlüklerin İslâm dünyasına hâkim olduğu döneme gelindiğinde, 665 (m. 1266) senesinde İslâm âleminin iki büyük merkezini teşkil eden Suriye ve Mısır’da dört mezheb için ayrı birer Kâdılkudât tayin edildiği kaydedilmektedir. Vakıa tahlil edildiğinde, “dört mezheb” anlayışının kabul görüp yaygınlaşmasında bu tercihin ciddi bir tesiri olduğu anlaşılmaktadır.[3]
Zâhirîyye Mezhebi’nin Durumu
Dört mezheb dışında bir başka mezhebin taklid edilemeyeceğine yönelik kanaat üzerinde icmâın hangi asırda vaki olduğuna dair tespit konusunda Zâhirîyye mezhebi önemli bir konuma sahiptir. Bu mezheb, taklidi muteber bir mezheb mi sayılacaktır yoksa soruşturduğumuz konu bağlamında hesap dışı mı bırakılacaktır?
Mütekaddimûn devri âlimleri arasında sayılan ve görüşünü daha önce kaydetmiş olduğumuz İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî’nin dört mezheb dışında kalan bir mezheble ameli caiz görmeyişinin arka plânında, o devirde tâbiîleri bulunan Zâhirîyye ulemasını taklid edilebilir fakih zümresine dâhil etmeyen tavrı yatmaktadır.
Zâhirîleri fukahadan saymayanların temel hareket noktası, fıkhın esaslarından, yani edille-i şer‘iyyeden olan “Kıyas” delilini kabul etmemeleridir. İbnü’s-Salâh, İbnü’s-Sübkî (v. 771/1370) ve daha başka âlimler ise, onların bu tercihinin kendilerini fukaha dışında bırakmadığını savunmuş ve muteber ulema arasında zikredilmeleri yönünde kanaat izhar etmişlerdir.
Zâhirîlerin Görüşleri Hakkında Değerlendirmeler
Hatırlatmak gerekir ki, Zâhirîyye Mezhebinin fıkhî kavillerinin alınıp alınmayacağı başka, Ehl-i Sünnet mezhepler arasında zikredilip zikredilmeyeceği başka bir konudur. Zira konunun itikadî yönü incelenirken bu mezhebin imamlarının akîdesine bakmak icap eder. Nitekim muteber fırak yazarları arasında bu mezhebin imamlarını ehl-i bid‘at arasında zikreden bir imamla karşılaşmamaktayız. Bu noktada kıymetli bir hocamızın müfit eserinde; Zâhirîyye’nin, hususan İbn Hazm’ın (v. 456/1064), eş-Şehristânî (v. 548/1153) tarafından ehl-i bid‘atten sayıldığı yönündeki zaptına dikkat çekmek istiyoruz. [4]
İmam eş-Şehristânî ilgili kitabında, kendisine yapılan söz konusu atfın aksine ne İbn Hazm’ın adını anıyor ne de kıyası kabul etmeyen tavrı ehl-i bid‘ate hamlediyor. Bilâkis nassların ve haberî sıfatların anlaşılması konusunda İmam Dâvûd el-İsbahânî ez-Zâhirî’nin (v. 270/884) ve yolundan giden ulemanın Ehl-i Sünnet’e mensup bulunduğunu beyan ediyor.[5]
Binaenaleyh Zâhirîyye mezhebinin kurucusu Dâvûd ez-Zâhirî (v. 270/884) Ehl-i Sünnet’tir. Zâhirîyye mezhebinin kavillerinin değeri konusunda ise ulema ihtilâf etmiştir. Bu konuda zikredilen görüşler özetle şöyledir:
“(…)
- Ebû İshak İsferâyînî ve İmamü’l-Haremeyn Cüveynî, kıyasa karşı olduğu için Dâvûd Zâhirî’nin kavillerine itibar edilmeyeceğine kâildir.
- Ebû Amr ibni Salâh ise, Dâvud ez-Zâhirî’nin celî kıyası değil, istihsanın bir türü olan hafî kıyası reddettiğini; celî kıyası inkâr edenin İbn Hâzm olduğunu; bu sebeple Dâvud’un celî kıyasa muhalif olmayan kavillerinin muteber sayılacağını söylemektedir.
- Ebû Hâmid Gazâlî, Mâverdî, Ebû Tayyib gibi ulemâ ise Dâvûd ez-Zâhirî’nin kavillerinin her hâlde muteber olduğu kanaatindedir.
- İbnü’s-Sübkî de, Dâvûd ez-Zâhirî’nin icmâa aykırı olmayan kavillerinin nazar-ı itibare alınacağını kaydetmektedir. Ayrıca, kavillerinin esas alınmasına kâil olanların, Dâvud Zâhirî’yi müstakil bir mezheb kurucusu olmaktan ziyâde, Şâfiʽî mezhebi içerisinde bir müctehid olarak gördükleri de savunulmaktadır.”[6]
Konuya Zâhirîyye mezhebi dâhil edildiğinde, mühim konumundan sebep oldukça farklı bir durum ortaya çıkmaktadır. Zira bu mezheb, -daha önce belirtmiş olduğumuz gibi- Ebû İshâk eş-Şîrâzî tarafından beşinci mezheb olarak zikredilmiştir. eş-Şîrâzî, yaşadığı asırda Zâhirîyye’nin Bağdat’ta kayda değer bir varlığı kalmadığını, Şîrâz’daki varlığını ise az bir oranda sürdürdüğünü belirtmiştir. Bu tespite paralel bir değerlendirme de Fihrist sahibi İbnü’n-Nedîm’den gelmiştir. IV. (m. X.) asırda yaşamış olan bu zat, 377 (m. 987) senesinde kaleme aldığı eserinde, Dâvûd ez-Zâhirî ve ashabına müstakil bir başlık açmış ve bu mezhebe mensup fukahayı sıraladıktan sonra mezhebin durumunu, “Dâvûd ve ashâbı V. (m. XI.) asırda Bağdat’ta neredeyse unutulmuştur” diyerek tahlil etmiştir. Ebû Abdillâh Şemsüddîn Muhammed el-Makdisî, Kitâbu Ahseni’t-Tekâsîm fî Ma‘rifeti’l-Ekâlîm’inde, Zâhirîyye’yi beşinci mezheb olarak zikretmişse de, aynı [yani V. (m. XI.)] asırda unutulmaya yüz tutmuş bir durumda bulunduğu bilgisini de ayrıca eklemiştir.
Konunun Endülüs Boyutu
Zâhirîyye mezhebi, Mezopotamya’daki varlığını erken dönemde yitirmişse de, Kuzey Afrika ve Endülüs’te 1056-1147 yılları arasında hüküm süren Murâbıtlar devrinde İbn Hazm’ın gayretleri vesilesiyle ciddi bir ivme kazanmıştır. 1130-1269 yılları arasında hüküm süren Muvahhidler devrinde İbn Hazm’ın yolunu takip edenler eliyle yeniden yükselişe geçen Zâhirîyye, bir dönem Mâlikî Mezhebiyle beraber bölgenin iki önemli mezhebinden biri hâline gelmişse de, sonradan tekrar zayıflamaya yüz tutmuştur. Ebû Hayyân el-Endülüsî’nin (v. 745) gayretlerine rağmen bir türlü eski tesirine kavuşamayan mezheb, Muvahhidlerin idareden ayrılmasının ardından günden güne eriyip gitmiştir.
Tunus bölgesinde 1228-1574 yılları arasında varlığını sürdüren Hafsîler VII. (m. XIII.) asırda Zâhirîyye mezhebine önem vermişseler de, bu destek kısa bir süreyle sınırlı kalmıştır. Mezheb, 1238-1492 yılları arasında Endülüs’te hüküm süren ve bölgede İslâm’ın sancaktarlığını yapan son hanedan olan Benî Ahmer (Nasrîler) hanedanının yönettiği Gırnata Sultanlığı devrinde sultan kâtipliği vazifesinde bulunan Ahmed ibni Sâbir el-Kaysî’nin (651/1253) sahiplenmesine rağmen, tarihin bir dönemindeki parlak hüviyetine yeniden kavuşamamıştır.
Nihaî Netice
VIII. (m. XIV.) asırda yaşamış olan Zehebî (v. 748/1348), dört mezheb haricinde müctehidlerin tâbîsinin kalmadığını belirtmiştir.[7] İbn Farhûn (v. 799/1397), Zâhirîyye’nin Kuzey Afrika ve Endülüs’te varlığını az da olsa sürdürdüğünü kaydetmiş, İbni Haldûn (v. 808/1406) da Mukaddime’sini yazarken artık bu mezhebin tâbîsinin kalmadığını, hükümlerinin sadece kitaplarda yer alan kayıtlardan ibaret bir hâle geldiğini beyan etmiştir.
Zâhirîyye Mezhebini taklide şayan bir mezheb olarak değerlendiren âlimlerin görüşünü esas aldığımızda, tâbîlerinin kalmadığı dönemin ve buna bağlı olarak, dört mezhebden başka bir mezhebi taklid etmenin caiz olmayacağı yönündeki görüş üzerinde icmâın vaki olduğu dönemin tespiti sadedinde nihaî netice olarak IX. (m. XV.) asrı esas almak doğruya en yakın yaklaşım olarak gözükmektedir.[8] Nitekim İbni Nüceym’in (v. 970/1563): “Muhakkak hükümlerinin zapt edilmiş bulunması ve tâbîlerinin (uyanlarının) çok olması sebebiyle dört mezhepten başka bir mezheble amel olunamayacağında icmâ vardır”[9] sözü de bunu desteklemektedir. Celâleddîn el-Mahallî’nin (v. 864/1459): “Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dini ile amel etmek, ancak bu dört mezhebden birine uymak ile mümkündür. Bundan başka yol yoktur!” [10] sözü de, bu tespiti gerekçesiyle doğrulayan bir başka delildir.
Dolayısıyla, “Muhtasar Fıkıh Tarihi ve Hanefî Mezhebi”nin ilgili sayfasında yer alan “milâdî 9. asır” tespiti hatalı olup, “hicrî 9/milâdî 15. asır” olarak düzeltilmeye muhtaçtır. Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu bilen Allah Teâlâ’dır.
Dipnotlar
[1] Salim Öğüt, “Eimme-i Erbaa”, DİA, c. 10, s. 541.
[2] Ali Bakkal, İslâm Fıkıh Mezhepleri, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2012, 2. Baskı, s. 166; Angelika Hartman, “Nâsır-Lidînillâh”, DİA, c. 32, s. 399-402.
[3] Ali Bakkal, a.g.e., s. 150.
[4] “Ancak (İbn Hazm) Dâvûd’dan ileri geçerek kıyasın her türlüsünü ve taklidi reddetmiştir. Bu sebeple ulema tarafından Ehl-i Sünnet hârici görüldüğünü Şihristânî Milel ve Nihal kitabında bildiriyor.” (Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, İslâm Hukuk Tarihi, Arı Sanat Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 117.)
[5] eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, Trc. Mustafa Öz, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2005, s. 96, 107 ve 206; Abdülkâhir el-Bağdâdî, Ehl-i Sünnet’i sekiz sınıfa ayırmış ve 2. sınıf olarak Dâvûd ez-Zâhirî ve ashabını zikretmiştir. Bkz. Abdülkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne’l-Fırâk, Trc. Ethem Ruhi Fığlalı, TDV, Ankara, 1991, s. 22 ve 247.
Zâhirîler kıyasın reddine yönelik tavırda Ehl-i Sünnet içerisinde yalnız değillerdir. Nitekim akîdede Ehl-i Sünnet olmakla beraber, amel konusunda kıyasa sıcak bakmayan önemli muhaddisler vardır. Ehl-i hadis arasında zikredilen o âlimleri hiç kimse ehl-i bid‘ate nispet etmiş değildir.
[6] Ekrem Buğra Ekinci, a.g.e., s. 116.
[7] Ali Hakan Çavuşoğlu-Recep Özdilek, “Süfyân es-Sevrî”, DİA, s. 26.
[8] Bu konuda daha fazla detay için bkz. Hasan Gümüşoğlu, Fıkhî Mezhepler Tarihi, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2016, s. 97-108.
[9] Zeynüddîn İbn Nüceym, Bahru’r-Râik Şerhu Kenzi’d-Dekâik, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrût (t.y.), c. 7, s. 193.
[10] Abdulğanî en-Nablûsî, Hulâsatü’t-Tahkîk fî-Hükmi’t-Taklîd ve’t-Telfîk, s. 3.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin