Gündemi işgal ettiğinden bu konuya dair yazılmış pek çok yazı var şüphesiz ama çoğu zaman atlanan, dikkat çekilmesi gereken önemli bir ayrıntı var, o da; mezhep düşmanlarının bu yazıda merkeze almış olduğumuz meseleleri eslâfımıza, mezheplere saldırı malzemesi olarak kullanmalarıdır. Bu bağlamda Abdülaziz Bayındır, İhsan Eliaçık, Bayraktar Bayraklı ve aynı zihniyete sahip şahısların IŞİD vd. örgütlerin başlıkta dikkat çektiğimiz tarzdaki uygulamalarının mezheplere dayandığını dolayısıyla asıl problemin mezhepler yani müfteriliklerini en üst perdeden sergilemek suretiyle ifade ettikleri şekilde: ‘’uydurulmuş din’’ olduğunu, bununla mücadele etmek gerektiğini, bunu tartışmak gerektiğini söylediklerine şahit oluyoruz.
Burada uyanık olmak gerekiyor. İşi hümanizme vurup da: ‘’kardeşim böyle bir şeyi İslâm kabul etmez, selefimiz bu tür şeyler yapmadığı gibi mezheplerin de böyle bir görüşü yoktur’’ şeklinde bir tavır sergilemek de asla doğru değildir. Burada bize düşen en önemli vazife; inkar yolunu tutmamak, peşin ve genellemeci tavırlardan uzak durup meseleleri önüyle ardıyla, eniyle boyuyla ve arka planıyla, zamanından ve bağlamından, gerçekleştiği dönemin şartlarından koparmadan sağlıklı bir şekilde değerlendirmek ve temel problemin selefin uygulamaları ya da mezheplerin görüşleri olmayıp, IŞİD vd. örgütlerin bu uygulama ve görüşleri algılamasındaki problem ve istismarları olduğunu ortaya koymaktır.
Yapılması gereken, meseleyi tahlil etmek, dünkü ve bugünkü iftiraların tamamından berî olan temiz ve pak selefimizin bir elin parmaklarının sayısına erişmeyecek kadar, konumuzu oluşturan türden cüz’i uygulamalarını nasıl algılamak ve anlamak gerektiğini, mezheplerin eğer bu olaya bakan bir görüşü var ise bu görüşün arka planını iyice anlayıp başta bu konuda şüpheye düşenler olmak üzere muarızlar ve müfteriler de dahil herkese anlatmak, anlatmaya çalışmaktır.
Çünkü böyle yapılmayıp inkar yolu seçilmek suretiyle ikna edilmiş olan insanlara aşağıda yer vereceğimiz bazı tarihi gerçekler ve imamlara aidiyetinden şüphe edilemeyecek bazı görüşler gösterildiğinde muhatapların hem algıları hem de düşünce biçimleri bozuluyor ve en önemlisi de selefe olan, mezheplere olan itimatları sarsılıyor.
Bu işi ben yapacağım demiyorum. Böyle bir iddiam yok asla ama hocaların bu ayrıntı üzerinde, hayati önemi haiz bu husus üzerinde dikkatlice durmamaları biraz sinirlerimi bozuyor ve haliyle iş başa düşüyor…
…
Hâfız İbn Hacer Rahimehullah’ın beyanı veçhile Hasen derecesinde rivayetlerle bize ulaştığına göre; Hz. Ali Kerremallahu Vechehu kendisine getirilen bir kısım zındığı önce öldürtmüş sonra da cesetlerini yaktırmıştır. Bazıları, Abdullah b. Sebe’yi önce öldürtmek isteyip de çevresindekilerle gerçekleştirdiği istişareden sonra öldürtmekten vaz geçerek sürgüne göndermiş olmasından hareketle Hz. Ali’nin böyle bir ceset yakma hadisesi gerçekleştirmediğini söylemektedirler. Abdullah b. Sebe’nin sürgüne gönderilmiş olması diğer yakma işinin gerçekleştirilmiş olmasıyla çelişmez. Zira zındıklardan bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bir kısmı ise yakılmış olabileceği gibi Abdullah b. Sebe’yi öldürmekten geri durmak, Hz. Ali’nin hilafetinin ilk zaman diliminde gerçekleşmişken sözü edilmiş olan, cesetleri yakma hadisesi daha sonra gerçekleşmiş olabilir. Unutmamalı ki, Hz. Ali’nin hilâfeti dört yıl dokuz ay sürmüştür. Yani bu iki konuda fesâdın tesir boyutuna göre bir tür öncelik-sonralık söz konusu olmuş olabilir. Ayrıca gerek Sünnî kaynaklarda gerekse de Şiî kaynaklarda Abdullah b. Sebe’nin de yakıldığına dair haberler gelmiştir, sürgün edildiğine dair anlatımlar daha güvenilir ve kabule daha yakın olsa da…
Velhâsılıkelam Hz. Ali’nin bir kısım zındığı yaktırdığı sabit olup, bunu inkâra yol yoktur. Hz. Ali’yi kimileri bu sebepten ötürü tenkit etmişlerdir. Açıkça söyleyelim ki, ashab arasındaki ihtilafları çıkaracak olursak, sonradan gelen bazılarının bu vb. uygulamaları sebebiyle Hz. Ali aleyhinde konuşmaları kendilerinin Allah indindeki durumunu, konuşmalarının düzeyi de Allah indindeki düzeyini/seviyesini ve kıymetini gösterir!!!
İnsanların hatta hayvanların bile yakılmaması gerektiğine dair hadis-i şerifler varid olmuştur ve bunlara göre ölüyü de diriyi de yakma işi haramdır. Bazı hastalıklar, salgın ihtimali vb. gibi zaruret halleri, ihtiyaçların izâlesine yönelik uygulamalar müstesna.
Bu bize nassların hudutlarını belirlediği alanı ifade etmektedir. Bir de işin siyasete bakan yönü vardır. Bunun yanında, bununla birlikte ayrıca, siyasi otoritenin bir maslahat, uzun vadeye yönelik birtakım hesaplar üzerine devlet başkanı ya da onun yetki verdiği bazı kimseler tarafından tatbik edebileceği –mûbah kapsamında değerlendirilebilecek- birtakım cezalar da vardır.
İşte bu tür cezalara: ‘’İslâm’da Var Mıdır, Yok Mudur?’’ mantığıyla değil de; ‘’İslâm’a siyasi ve ictimai açıdan ve uygulama yönüyle bilahare siyasi otoritenin gerekçeleri açısından uygun mudur, değil midir?’’ mantığıyla bakmak lazımdır.
İslâmiyet, devlet otoritesine yani insanların ekserisinin diliyle; ‘’siyasi otoriteye’’ böyle bir alan bırakmıştır. Dolayısıyla Hz. Ali Kerremallahu Vechehûnun ve bunu belli şartlar ve faydalar doğrultusunda caiz görenlerin hemen peşinen sünnete aykırı hüküm verdiklerini söylemek doğru değildir. Bu işi caiz görenler arasında İmam Ali ve oğlancı bazı kimseleri yaktırdığı bilinen Halid b. Velid gibi sahâbilerin isimleri zikredilmektedir.
Yalnız buraya kadar yazıp çizmiş olduklarımız hep öldürülmüş olanların cesetlerinin yakılmasıyla ilgilidir, diri diri yakmanın caiz olduğunu/olabileceğini savunan kimse çıkmamıştır.
Ceset Yakmayı Caiz Gören Üç İmam Meselesinin Aslı Nedir?
IŞİD’in propagandası doğrultusunda bazı kardeşler üç imama göre ceset yakmanın caiz olduğunu iddia etmektedirler ki bunun aslı da, kendisi bizzat bir kimseyi yakmış olanın yakılabileceği yönünde bir görüştür, yani direkt olarak bir kimseyi yakıp yakmama meselesi değildir, kısasın tatbiki bağlamında bir ictihaddır. Bir kimseyi yakmış olanın yakılabileceği yönündeki görüş; İmam Mâlik ve Medinelilerle Şâfî uleması ve İmam Ahmed’le İmam İshak’a nispet edilmiştir. (Allah Teala hepsinden râzı olsun.)
Diyeceğimiz o ki, yazının sonunda aşağıya nakledeceğimiz Yusuf el-Karadâvî’nin şer’i alan-siyasi alan bağlamına dair tahlilleri[*] ışığında bakıldığı takdirde, katledilecek kişilerin yaptıkları işin boyutuna ve saldıkları fesâdın durumuna göre; caydırıcılık, ibret ve fesâdın közünü kazıma noktasında ceset yakma vb. gibi cezaların direkt olarak şer’i hükümler zemininde değil de söz konusu gerekçelerle birlikte, işaret etmiş olduğumuz Siyâset-i Şer’iyye alanında değerlendirilmesi isabetli olacaktır.
Ya Kafa Kesme?
Bu iş de caiz olmamakla birlikte harp esnasında düşmana korku salmaya, onlara psikolojik baskı uygulamaya, onların motivasyonunu düşürmeye, ümitlerini kırıp kurutmak suretiyle umutsuzluğa sevk etmeye yönelik işlerdendir. Gerçekten de böyle bir şeyin bahsettiğimiz açılardan fayda sağlayacağı düşünülürse bu yollara tevessül edilebilir. İstişhad hareketleri dediğimiz hareketler de benzer amaçlar doğrultusunda, sonuç vereceğine kani olunduğunda meşru görülen hareketlerdir, aynı amaca matuftur. Maksat; düşmanı moral-motivasyon anlamında çökertmektir.
Buraya kadar yazmış olduklarımız hatırdan çıkarılmamalı ki, devlet otoritesinin gücünü hissettirdiği zamana veya bu otoriteye bağlı düzenli ordu ile girişilmiş savaşların şer’i ve siyasi hukukuna dair hususlardır, işin bu yönünü yazmaya çalıştık. Yazmış olduğumuz bu beyanlarımız asla ve asla birtakım örgütlerin -ki etkiye tepki olarak ortaya çıktığı, fıkıhtan ne derece kopuk olduğu ve bunun yerine ‘’kıyamet fıkhı’’ şeklinde tabir edebileceğimiz esnek ve yayvan bir fıkıh zeminini hareket zemini olarak kabul eden örgütlerin- uygulamalarını meşru gösterme ya da meşruluğunu ispat etme amacıyla yazılmamıştır.
Peki Bu Örgütlerin Uygulamalarını Nereye Koyacağız?
Ceset yakma, kafa kesme vb. gibi uygulamalarına en azından medya vasıtasıyla şahit olduğumuz örgütlerin uygulamalarını yukarıda özetlemeye çalışmış olduğumuz kapsamda değerlendirebilmek elbette mümkün değildir. Ama bu örgütlerin düzenli ve tertipli kurumlardan teşekkül etmiş bir devlet yapısına haiz olmadıklarını, düzenli ordu şeklinde emir-komuta doğrultusunda hareket etmediklerini de hatırda tutmamız lazımdır. Ayrıca bu örgütlerin heterojen (yani birbirinden gerek fikren gerekse de ideolojik hatta itikadi ve ameli mezhep yönüyle ayrı) bir yapıya sahip olmakla mensuplarının arasına farklı unsurların ve art niyetli, başkalarına hatta bu örgütlerin düşmanı konumunda bulunanlara dahi hizmet edebilecek kimselerin, bir kısım casusların girip de bahsi geçen eylemleri vb. diğer –batının ve medyanın anti-propaganda malzemesi olarak kullanabileceği türden- eylemleri bu kısım insanların gerçekleştirmiş olma ve ileride de gerçekleştirebileceği ihtimalini, ayrıca daha başka benzer ihtimalleri de göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Aksi takdirde basit ve sığ sonuçlara saplanıp kalınacak, sağlıklı bir sonuca varabilmek mümkün olmayacaktır.
[*]Cezayı arttırma ve ağırlaştırma siyasetine dair birçok misaller vardır. Lakin, hafifletici veya tamamen düşürmeyi gerektirici sebepler bulunduğu zaman, siyaset, cezayı ağırlaştırma şeklinde değil de, hafifletme veya tecil etme veya tamamen kaldırma şeklinde de uygulanabilir. Yine siyaset; bazı mubahları (yasaklamak) veya müstehap olan (mecburi olmayan) bazı şeylere geçici bir süre için icbar etmek yahut da (kamu yaran) gereği bunların dışında daha başka şeylere tevessül etmek şeklinde de olabilir.
Bu nedenle kanaatimce, siyasetin en güzel tarifi, el-Bahr’daki şu tariftir:
“Siyaset: Hakkında cüz’î bir delil bulunmasa da. hakimin, gördüğü lüzum ve (kamu yararı) üzerine, bir şeyi yapmasıdır.” Bunun manası şudur ki, siyaset maksadıyla yapılan bu İş İslâm’ın küllî delilleri ve umûmi kaideleri çerçevesinde kalmalı ve onlara ters düşmemelidir. Aksi takdirde böyle bir siyaset, geçersiz ve merduttur.
Şer-i Hukuk ve Siyaset bağlamında detaylar için bkz. İslâm Hukukunda Siyâset-i Şeri’yye / Yusuf el-Karadâvî. Terc. Dr. Yusuf Işıcık
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin