Girizgâh
Eûzü-Besmele, Hamdele ve Salveleden sonra…
Bazı Hadis-Tefsir-Tarih kitaplarında uydurma rivayetlere yer verilmiş olması dikkat çekici bir husustur. Bu durumun ilmî olarak arka planını bilmeyenler özellikle kadîm kitaplarda bu tür rivayetlerin nakledilmiş olmasını esefle karşılarlar. Halbuki isnadın terk edilmediği –hadis-i şeriflerin senediyle birlikte zikredildiği- dönemlerde ilmin mütehassısı ulema aynı zamanda birer cerh-ta’dil âlimi olduklarından, -râvileri tanıdıklarından- sened zikretmek bir yandan hadis hakkında hüküm verme, kısaca sorumluluğu üzerinden atma, sorumluluktan kurtulma mesabesindeydi. Ehli, bir rivayeti gördüğünde onun hükmünün ne olduğunu da anlıyordu.
Sonraki dönemlerde ise isnad terk edildi, isnad terk edilince ilmin mütehassısları arasında dahi ricâl bilgisi zayıfladı bu da rivayetlerin sıhhat-zaaf durumunu tespit noktasında fazladan bir gayrete, tahric çalışmalarına ayrı bir mesai harcanmasını zaruri kıldı.
Aşağıya nakledeceğimiz muhterem hocamız Ebubekir Sifil’in kaleminden çıkmış olan yazıda kısaca özetlemeye çalıştığımız husus Ğaranik Hadisesinin kitaplarda yer bulmuş olması örnekliğinde detaylandırılıyor. Makaleye geçmeden önce örnekliğin neden Ğaranik hadisesi üzerinden olduğu hususunda ve özellikle bu konuya nereden gelindiği konusunda kısaca bilgi vermek istiyoruz.
Elimizdeki kitap; Ebubekir Sifil Hocamızın, İslâm Modernistlerinden Fazlur Rahman’ın görüşlerinin tenkidi amacıyla kaleme almış oldukları kitaptır. Dolayısıyla bu konuya Fazlur Rahman’ın bazı görüşlerinin tenkidine bağlı olarak gelinmiştir.
Fazlur Rahman; vahyin bizatihi var olan ayrı bir varlık yoluyla yani Cebrail Aleyhisselâm –ya da bir başka melek / görevli- yoluyla Hz. Peygamber’e gönderilmediğini, manasının semai olmakla birlikte bunun Hazreti Peygamberin bizzat zihninde şekillenen / ortaya çıkan düşünsel bir ürün olduğunu savunmaktadır. Biraz daha açacak olursak; Ehl-i Sünnetin vahiy anlayışının Hz. Peygamber’in vahye dahli noktasında indirgemeci bir anlayışa sahip olduğunu oysa ki vahyin manasında ve lafzında Hz. Peygamber’in dahlinin önemli bir yeri olduğunu savunmaktadır Fazlur Rahman.
Kısaca özetlemeye çalışmış olduğumuz bu vahiy algısı, Kur’ân âyetlerinin ve ahkâmının tarihselliği ve Hz. Peygamber’in vurgularının, hayatını idame ettirdiği döneme ait olduğu şeklindeki görüşü de beraberinde getirmektedir. Bu itibarla Fazlur Rahman; Hz. Peygamber’in vahyin manasına ve lafzına zihinsel olarak müdahil olduğu, kaynaklık ettiği ön kabulünden hareketle zaman zaman müşriklerin gönlünü hoş tutacak bazı işler yapma şeklinde bir tercihe gittiğini ifade etme sadedinde, muteber hiçbir İslâm âliminin tabir etmediği şekilde ‘’şeytan rivâyetleri’’ olarak şöhret bulan sözlerin, bahsettiğimiz tercihin bir yansıması olduğunu iddia etmiştir.
Nebî Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in çok az Hadis-i Şerif’i olduğunu, müktesebât içerisindeki rivâyetlerin ona isnadının bir şey ifade etmediğini savunup mevcut Hadis Usulü ilmini elinin tersiyle iten, buna mukabil alternatif bir metot ortaya koymamış olan Fazlur Rahman’ın bu ironilerle, mevcut usul bilgisi doğrultusunda hiçbir şey ifade etmeyen bu hadiseyi –hele de ‘’şeytanın vahye karıştırması’’ biçiminde takdim edildiği şekilde- bir nirengi noktası olarak kabul etmiş olması hayli düşündürücüdür.
Konunun daha net anlaşılabilmesi için böyle bir girizgâhın zaruri olduğunu düşündük. Gayret bizden, Tevfik; ALLAH Subhânehû Tebareke Ve Teala Hazretleri’ndendir.
Not. Ğaranik Hadisesinin, ‘’İbn-i İshak’ın Siyeri’’ örnekliğinde sıhhat-zaaf açısından değerlendirmesi için Ebubekir Sifil Hocamızın 1988 Eylülünde İlim Ve Sanat Dergisinde neşredilmiş olan ilgili makalesine bakabilirsiniz:http://www.ebubekirsifil.com/index.p…ur=dergi&no=13
Bazı Hadis Ve Tefsir Kitaplarının Özelliği
Bu başlık altında dikkatlere sunmayı zaruri gördüğümüz hususa geçmeden önce bir noktayı tebarüz ettirelim: Denebilir ki: Bir kısım İslam alimleri bu olayı nakleden rivayetlerin uydurma olmadığını iddia etmemişler midir? Dolayısıyla bu tepki öncelikle ve daha azla olarak onlara gösterilmeli değil midir?
Hemen belirtmeliyiz ki, -bu olayı anlatan rivayetlerin batıl/asılsız olduğunu açıkça ifade eden ve gerekçelerini de gösteren ahir çoğunluğun aksine, bunların, söz konusu olayın bir aslı bulunduğunu gösterebileceğini söyleyen- bir kısım ulemanın. Garanik olayını anlatan rivayetler konusundaki tavrı ile yazarın tutumunu aynı kategoride değerlendirmek en yalın anlatımıyla insafsızlık olur.
Zira bu alimlerin Garanik olayı ile ilgili olarak söyledikleri[1] şöyle özetlenebilir: Böyle bir olay vuku bulmuştur. Ancak;
1- Müşriklerin putlarını öven o cümleler Hz. Peygamber (s.a.v)’in ağzından çıkmış değildir. O cümleleri söyleyen şeytandır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an’ı ağır ağır/tertil üzere okuduğu bilindiğine göre. 53/en-Necm 20. ayetini okuduktan sonra ara verdiği esnada şeytan bu sözü söylemiştir ve işitenler, putlarla ilgili o övgünün Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözleri olduğunu sanmıştır.
2- Bu cümleleri. Hz. Peygamber (s.a.v)’in en-Necm suresini okurken putlarının adını andığını gören ve putlarını tahkir edeceğini düşünen müşrikler söylemiştir.
3- Bu sözleri şeytanın söylediğini kabul edenler ile buradaki ihtimali benimseyenler aslında aynı şeyi söylemiş olmaktadırlar. Çünkü söyleyen olmasa da söyleten şeytandır. Yahut buradaki “şeytandan maksat “şeytanlaşmış insan”dır.
4- Bu cümleleri Hz. Peygamber (s.a.v) söylemiştir. Maksadı ise müşrikleri azarlamak ve putlarını yermektir.[2]
Görüldüğü bu tevcihlerin hiç birisi Hz. Peygamber (s.a.v)’in mezkûr sözleri müşriklerle uzlaşmak amacıyla söylediği gibi saçma bir gerekçeye dayandırılmış değildir. O’nun bu sözü söylediğini kabul edenler bunu “taviz vermek” amacıyla değil, ancak müşrikleri tahkir ve putlarını takbih etmek için söylemiş olabileceğini ileri sürmektedirler ve -dikkat edilsin- bu söze “vahiy” diyen kimse yoktur.
Asıl meseleye dönecek olursak; “Eğer ortada İslam’ın öğretisine ters düşen gerek Garanik olayı gerekse İsrailiyyat vs. gibi başka birtakım rivayetler mevcutsa ve bunlar. İslam inancına gölge düşürüyorsa bunları nakleden Hadis ve Tefsir kitaplarının kabahati yok mu dur?” diye sorulabilir.
Hemen belirtelim ki bu yaklaşımda, kendi kültür ve ilim geleneğimize yabancılığın inkâr edilemez bir etkisi vardır. Ülkemizde Garanik olayının tartışıldığı günlere geri giderek hafızamızı şöyle bir yoklayacak olursak, böyle bir olayın vukuunun mümkün olmadığını ispatlama gayretinde olan hemen herkesin, bu rivayetlere eserlerinde yer veren Hadis, Tefsir, Tabakât ve Siyer ulemasını karalamadan geçemediğini hatırlayacağız.
Mesela bu tartışmaların en alevli tarzda yaşandığı dönemde kaleme aldığı “Şeytan Rivayetleri” adlı kitabında Hüseyin HATEMİ İbn Sa’d’dan ve onun “et-Tabakâtu’l-Kübrâ” adlı ünlü eserinden övgüyle bahseden Subhi es-Sâlih’e, sözlerine nazire yaparak şöyle karşılık veriyordu.
“Ibn Sa’d. “Garanîk uydurması”nı nakletmeklen başka bir suç işlememiş olsa idi bile, sadece bu yanılgısı O’nun “güvenilmez” sayılmasına, verdiği bilgilerin kılı kırk yararak süzgeçten geçirilmesine ve zamanındaki rivayet ve tarih kaynaklan ile değil. İslam ve Resûl-i Ekrem (a.s.) aleyhine sokak masalları uyduran masalcılar, meddahlar ile ilişkisini ortaya koymaya yetişirdi.[3]
Oysa bu hadisenin naklinde Ibn Sa’d’ın yalnız olmadığını biliyoruz. Prof. Dr. CERRAHOĞLU’nun verdiği kapsamlı bibliyografya gözden geçirilecek olursa, mütekaddimûn ulemaya ait pek çok eserde bu olaya ilişkin rivayetlerin “tenkitsiz” olarak yer aldığı görülecektir. Peki bunun sebebi nedir?
Bu hayatî önemi haiz soruyu, rivayet tekniğine ve ilk dönem rivayet ulemasının, eserlerini kaleme alış tarzına vakıf olmadan tatminkâr bir şekilde cevaplandırmak mümkün değildir.
Bu noktada yoğunlaştığımız zaman, karşımıza isnad fenomeninin ilk dönem uleması tarafından hangi telakki ile algılanıp uygulandığı, bir diğer deyişle isnad müessesesine yüklenen fonksiyon çıkmakladır. Bu, aynı zamanda mütekaddimun ulemanın eserleri ile müteahhirun ulemanın eserleri arasındaki bir farkı da göstermektedir.
Şunu kesin olarak tesbit edebiliyoruz: Özellikle rivayet ilimleri ile iştigal eden ilk dönem alimleri, eserlerinde herhangi bir haberi isnatlı olarak verdikleri zaman, aynı zamanda o haberin gerçeklik değerini de ortaya koymuş oluyorlardı. Yani isnat, rivayetin durumunu haber veren bir belge olarak doğrudan işlev görmekteydi ve bu sebepten, isnadı zikredilen bir rivayetin durumu hakkında ayrıca açıklama yapma gereği duyulmamaktaydı.
İbn Hacer, “Lisânu’l-Mîzân”da. ünlü “Mu’cem”lerin sahibi Süleyman b. Ahmed et-Taberânînin biyografisini verirken şöyle der: “İsmail b. Muhammed b. el-Fadl et-Teymî, onu, tek kişiler kanalıyla gelen rivayetleri eserlerinde toplamakla ayıplamıştır. Öyle ki, bu rivayetler içinde, nekareti (güvenilir rivayetlere muhalefeti) şiddetli olanlar (son derece münker olan rivayetler) ve mevzu (uydurma) hadisler olduğu gibi, bazıları da Sahabe ve önceki nesilden diğer bazı kimseler hakkında yaralayıcı ifadeler taşımaktadır.
“Bu. et-Taberânî’ye has bir tutum değildir. Bu sebeple bu alanda yalnızca onun zikredilmesinin bir anlamı yoktur. Bilakis h.200 yılından bu yana geçen yüzyıllarda Muhaddisler’in çoğunluğu, hadisi isnadıyla verdikleri zaman, sorumluluğunu üzerlerinden attıklarına inanıyorlardı.”[4]
Yani haberin kendilerine nasıl bir isnadla geldiğinin belirtilmesi, aynı zamanda o haberin makbuliyet derecesini de açıklama anlamına geliyordu.
Nitekim uydurma hadislerin, müstakil kitaplarda toplanması ameliyesinin daha geç dönemlere rastlamasının bir sebebini de burada aramak gerekmektedir. Daha sonraki nesiller için isnad, evvelki nesiller için ifade ettiği önem ve işlevi kaybedince, daha doğrudan bir ifadeyle sonraki nesillerin isnad konusundaki vukufiyetleri azalmaya başlayınca, uydurma hadislerin diğerleriyle karışmasını önlemek için ulema böyle bir yola gitmenin zaruretini görmüş ve bu alanda müstakil eserler verilmeye başlamıştır.
Nitekim İbnu’l-Cevzî. “el-Mevdû’ât”ımn girişinde bu hususu açıkça ifade etmektedir.[5]
Aynı konuda eş-Şâtıbî şunları söyler: “… İşte onlar isnadın dinden olduğunu bu sebeple söylemişlerdir. Onlar isnad ile kuru kuruya “Bana falan, falandan şöyle rivayet etti…”yi kasdetmemişlerdir. Bilakis onlar bununla, isnadın tazammun ettiği ve haberin kendilerinden nakledildiği ricali (ravileri) tanıtmayı kasdetmişler ki, isnad zikredilmek suretiyle haber, meçhul, cerhedilmiş veya itham edilmiş kimselere dayandırılanlasın, sadece rivayetine güven hasıl olmuş kimselerden nakil yapılabilsin…”[6]
el-Evzâ’î’ye, “İlmin ortadan kalkması, ancak isnadın ortadan kalkmasıyla olur” dedirten de aynı espriden başkası değildir.[7]
İsnad’ın ruhunu ve anlamını İbnu’l-Mübârek’in şu sözü de oldukça net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Hadisin makbuliyeti (sadece) isnadlı olmasında değil, (ama aynı zamanda senedindeki) ravilerin sıhhatindedir.”[8]
Bütün bunlar açıkça ortaya koymaktadır ki, gerek Garanik olayı hakkında, gerekse başka konularda -eserlerinde yalnızca sahih rivayetleri aktarmayı iltizam edenler hariç- mütekaddimûn ulemanın kitaplarında gördüğümüz her rivayet, eser sahibinin onu sahih gördüğü anlamına kesinlikle gelmemektedir. Bu türlü hadislerin kıymeti, senetlerinin kıymeti ile ölçülmelidir. Onlar bu türlü rivayetleri, kendilerinden sonra gelenlere aktarılması zaruri birer “ilmî emanet” olarak görmüş ve aldıkları bu emaneti kendilerinden sonra gelenlere aktarmayı ilmî ve vicdanî bir borç bilmişlerdir.
Bu, aynı zamanda ulemanın ne denli büyük bir özgüvenle hareket ettiğini gösteren önemli bir anekdottur. Ancak Müslüman araştırmacıların bu ilim ve kültür mirasına, gerekli özen ve dikkati gösterdiğini söylemek ne yazık ki pek mümkün değildir.
İş bu makale Muhterem Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Hocaefendi’nin Fazlur Rahman’ın görüşlerinin tenkidini konu edinen Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi-II kitabının 50-51-52-53 ve 54. Sayfalarından –kendilerinin rızası alınarak- dijital ortama aktarılmıştır.
Dipnotlar:
[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için tefsirlerin 22/el-Hacc, 52 ve 53/en-Necm, 19-20. ayetleriyle ilgili bölümlerine. Hadis kitaplarının “Kitâbu’t-Tefsir” bölümlerinin, aynı surelerin tefsiriyle ilgili yerlerine ve Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU’nun “Garanik Meselesinin istismarı” adlı makalesinde (AÜİFD, XXIV) verilen geniş bibliyografyada zikredilen çalışmalara bakılabilir.
[2] Bkz. Ibn Hacer, “Fethu’l-Bârî’’ VIII, 439-440
[3] Hüseyin HATEMI, “Şeytan Rivayetleri”, 83.
[4] İbn Hacer, “Lisânu’l-Mîzân”, III, 75.
[5] İbnu’l-Cevzî, “el-Mevdû’ât’’ I, 9.
[6] eş-Şâtıbî, “el-l’tisam”, I, 164.
[7] İbn Abdilberr, “et-Temhîd’’ I, 57.
[8] İbn Receb, “Şerhu lleli’t-Tirmizî’’ 70.
Yorum Yazın
Yorum Ekleyin